Şaşırıp duruyoruz işte. Ömrümüzün büyük kısmı şaşırmak ve hayret etmekle geçiyor. Nasıl, nasıl olur diyoruz. Oysa dün, daha dün, böyle değildi. Hiç böylesi görülmemişti. Sanki dün öyle olan, öyle olup gelen, kendiliğinden öyleymiş, üzerinde hiçbir kimsenin emeği, niyeti, gayreti, dikkati, rikkati, fikri, hayali yokmuş gibi, şimdi oturuyor, olana hayret ediyor, şaşırıyoruz. İşte, kış gitti. Nicedir kış gitti. Giden kışlar gelmiyor. Ne eski soğuklar, ne eski havalar var. Aralık sanki sonbaharın ilk ayıymış gibi bir köşede büzülmüş duruyor. Ne yaprakları dökecek cesareti var, ne hışımlı bir yağmurla inip denizin aklını karıştıracak güce sahip. İtilmiş bir eski zaman parçası gibi olduğu yerde kımıldamadan bekliyor. Eski kışların kemik delen soğuklarını hatırlayanlar, onun tatlı zulmünü yakından bilenler Aralığın bu haline içten içe üzülüyor olabilirler. Hatta kimisinin aklına, kapısına ılık süt koymak bile geçiyordur. Öyle ya, mevsimler gibi ayların bir şahsiyeti var. Kişilerden sayılırlar.
Şaşırıp duruyoruz işte, şaşırıp kalıyoruz. Kışsız geçen kışa, şaşırıyoruz. Sanki bu, kendiliğinden böyle olmuş, sanki kış kışlığını yapmaktan kendi iradesiyle vazgeçmiş gibi. Gerçi alttan alta, havalar oh ne iyi, günlük güneşlik gidiyor diye sevinenler, olup bitene şaşırıp hayret etmeyenler de vardır. Toprağın, ağacın, kurdun kuşun, denizin, balığın, bağın bahçenin, salyangozun böğürtlenin hakkını gözetmeyen böylesi çaresizlere, hatta bencillere her zaman rastlanır. Ama mesele o değil. Belki de asıl şaşırılıp hayret edilmesi gereken başka başka şeyler. Asıl asıl, onlara bakmak, göz dikip kulak vermek, akıl yürütüp düş kurmak gerekiyor. Kışsız kışlar gelmeden, kışsız kışlar eşiğimize serilmeden önce, onlar olmuştu. Yazarın dediği gibi ‘önce ekmekler bozulmuştu.’
O sebepten ekmeksiz ekmeğe, domatessiz domatese, karpuzsuz karpuza, susuz suya, denizsiz denize, çaysız çaya, fikirsiz kitaba, şiirsiz şiire, dilim kurusun insansız insana, ona, onlara şaşırıp hayret etmemiz gerekirken, şu her adımında insanın, her gününde yine insanın bir payının mutlaka bulunduğu kışa, mevsime şaşırıp duruyoruz. Sanki bahar vaktinde baharlığını yapabiliyor, yaz yazlığını bütün saltanatıyla önümüze seriyor, sonbahar, o, hele o, bütün renkleriyle dökülüp bayram ediyormuş gibi, kışa bakıyor, bir onu taşlıyor, bir ona gönül düşürüyoruz. Ekmekleri ekmekmiş gibi yerken, karpuzu karpuzmuş gibi keserken şaşırıp kalmıyoruz, o iştahtan bu iştaha savruluyoruz da, kışın hesabını barajlardaki doluluk seviyelerinden, hava tahmin raporlarından görüyoruz. Vay ki bize, hepten vay.
Dün, oysa daha dün sayılacak kadar vakitte, Çin başkentinde, insanlar güneşin, gün doğumunun ne olduğunu unutmasınlar diye, geniş, yüksek ve uzun bir duvara, sanal gün doğuşu yansıtılmış ve kimseler buna şaşırmamıştı. Öyle ya, Çin uzakta, çook uzaktaydı. Orada olan burada olmazdı. Oysa her gelen şey her zaman ilkin uzaktadır ve bir gün yakına gelir. ‘Önce ekmekler bozuldu’ diye yazan yazarın da cümlesi, o vakitler sanki uzaktaymış gibiydi. Ekmekler bozulur muydu hiç? İnsan ekmeğini bozar mıydı hiç? İnsan bozgunculuk eder miydi hiç? Sütüne su, suyuna su karıştırıp portakal bahçelerini söküp atar mıydı? İnsan, şehirleri beton duvarlarla kapatır, rüzgarın yağmurun, kuşun uçuşun yönünü değiştirir miydi hiç? Hayır hayır, madem buralara kış gelmiyor, madem buralara kar düşmüyor, imkanı olan biner arabasına, atlar uçağa, başka yerlere başka diyarlara gider, bu ‘keyfi sürüp’ dönerdi nasıl olsa. Dünya, gittikçe imkanı olanların mümküncülükleri üzerine oynanan bir oyuna dönüyordu bu çağda.
Şaşırıp kalıyoruz işte. Bir zamanlar balık kaynarmış deniz, Boğaz, Marmara. Ahmet Rasim’in sadece çenesinden çıkan şu kadar gram etle keyif edilen lüferler, isimleri saymakla bitmeyen derya kuzularının da, gün gelip isimlerinin bir bir unutulacağı, tezgahların üç beş arsıza, şaşkına kalacağı da çok, çok ama çok uzak bir ihtimaldi. Nasıl olsa, kışsız geçen kışlar, daha fazla dayanamazlar, kısa zamanda, bakarsınız önümüzdeki ay, olmazsa sonraki ay, daha da olmazsa gelecek kış, soğuklarını, karlarını hışımla şehrimize indirir, böylelikle geçmişin hakkı da geri alınırdı. İnsansız insan, aşksız kalp, şeftalisiz şeftali, adaletsiz adalet, portakalsız portakal, muzsuz muz, hayatsız hayat, düş gücü yükseklerin, hatta kötülerin uydurduğu bir yalandı. Kışsız kış da, yazıya düşkünlerin uydurduğu bir fanteziydi.