Kırk Yıl, Halit Ziya Uşaklıgil’in hayatının ilk kırk yılını anlattığı anı kitabıdır. Çok iyi kurgulanmış ve neredeyse bir roman dili ustalığıyla yazılmış olmasına rağmen ne yazık ki entelektüel dünyada yeterince ilgi gördüğü söylenemez. Özellikle yazarın dilinin göreceli de olsa ‘eskimesi’ onu iyiden karanlık bir aleme mahkum etmiştir. Zaman zaman televizyon uyarlamaları vesilesiyle Halit Ziya ismi gündeme gelse bile oluşan ilgi onun yazarlığının kökünde hep saklı kalan zihniyet dünyamızın kimi meselelerine eğilmeyi akıllara getirmemiştir. Oysa bir Halit Ziya biyografisi 19. Yüzyıldan bu yana geçirdiğimiz büyük toplum ve insan dönüşümlerini anlamak açısından da son derece çarpıcı sonuçlar doğuracaktır. Halit Ziya, onca üzerine çalışma yapılmış olmasına rağmen akademi dünyasında bile teknik okumanın ötesine götürülememiş bir romancımızdır.
***
Burada Kırk Yılın uzun uzadıya tahliline girmek niyetinde değilim. Ancak her şeyden önce yazarın dilinin o kadar da içinden çıkılamaz bir eskilik taşıdığını söyleyemem. Zaten Halit Ziya’nın kendisi de zaman zaman yazdıklarının diline müdahale etmiş, dildeki değişim ve dönüşümlere ayak uydurmaya çalışmıştır. Ülkemizde, roman, hikaye veya şiir yazmaya koyulacak hemen herkesin bu kitabı özellikle okumalarını isterim. Bir yazarın adım adım, aileden topluma sonra da kendi evrenine nasıl açıldığını görmek bakımından son derece sağlam bir kitap Kırk Yıl. Bir günlük değil, bir teknik hatırat değil, adeta bir insanın geriye doğru kendi kendisini araştırma çabası. Dikkatle okunduğunda, Halit Ziya’nın psikolojiyi kullanmayı nasıl da farkına varmadan öğrendiğini görebiliriz buradan. Her bakımdan bir kalabalığın içinden ‘temayüz etmenin’ ne demek olduğunu inceden inceye sezebilmek bir yazarlık karakteri gerektirir hayatta.
Merak ettiğim konulardan birisi de Halit Ziya’nın Kırk Yılı’nın çağdaşı batılı yazarların anılarıyla paralel okumalara tabi tutulup tutulmadığıdır. Söz gelimi kendisiyle arasında biraz yaş farkı olmasına rağmen aile yapıları ve imparatorlukların merkezi karakter taşımaları yönünden Halit Ziya- Stefan Zweig, İstanbul- Viyana karşılaştırmalı okumalarının bize vereceği sonuçların ne olup olmayacağı önemli bir sorudur. Zweig derecesinde olmasa da zengin bir aileden gelen Halit Ziya, hangi ortamlarda bulunarak yazar olmanın eşiklerinden geçmiştir. Viyana ile İstanbul’un bir yazara hazırladıkları imkanlar nelerdir? Her ikisinin de aileleri, hayatları ve toplumları adım adım parçalanıp felakete sürüklenirken bu durumlar onların eserlerine ne şekilde yansımıştır? Dünün Dünyası yazarının anılarını ‘Bir Avrupalının Anıları’ diye okurken Halit Ziya’nın yazdıklarına ‘Bir Doğulu’nun Anıları’ diyebilir miyiz?
***
Etkileyici ayrıntılardan birisi, Zweig’ın Viyana’nın kültür ortamını anlatırken, I. Dünya Savaşı öncesi dönemi ‘güven içinde yaşamanın altın çağı’ olarak niteledikten sonra, ‘bir insanın çocukken çağın havasından kaptığı şeyler içine işler ve bir daha da çıkmaz’ demesi ve Saray Tiyatrosu oyuncularından Josef Kainz’ın ‘faytoncusu’nun bile insanlar tarafından içten içe imrendiği ve yerinde olmak istediği kişiler arasında sayılmasıdır. Bu ayrıntı bir şehri yaratan espriyi vermesi bakımından çok ilginçtir.
Halit Ziya da bize aslında İstanbul’u ve onun ruhunu hiçbir politika gütmeksizin içten içe duyurur. Bir görevle değil varlığının hazzıyla yazdığı için hem masum hem de yalındır anlattıkları. Sırf bu kitaptan hareketle bile bir İstanbul sanal sitesi kurulabilir. Böyle düşünceler uzun erekli düşünebilen vizyonist kültür insanlarının hayal edebilecekleri şeylerdir. Halit Ziya Uşaklıgil’in şahsi macerasında bünyelenen toplumsal geçmiş tarihin usta bir dokunuşu diye okunamadıkça, edebiyat, ‘edebiyat’ sıfatının küçültücü burun kıvırmalarına mahkum edildikçe daha nice kırk yıl, Kırk Yılı okuyup düşünmeden geçilip gidecektir.