İnsanlar vardır bir kez olsun kendisi olarak konuşmazlar. Birilerinin adınadır hep cümleleri. Başkalarını anlatırlar. Ötekisinden söz açarlar. Kendileri hiç yokmuşçasına, ya birisinin gölgesine ya da düşüncesine sığınırlar. Buna sığınmak da denilmez pek. Siper alma denilebilir belki. Bir kere konuşma makamına erişmişlerdir ya, kendilerine yönelecek üç beş kulak bulmuşlardır ya, dur durak bilmeden, ileriyi geriyi ölçmeden, baş mı yarılıyor, göz mü oyuluyor hesaplamadan, coşup dururlar. İşin doğrusu, insan nasıl olur da kendilik hakkını hem böylesi bir konuşmacı hem de bu türden bir çenenin dinleyicisi olmaya kendisini layık görür, çözülmesi zor bir sorudur. O yüzden konuşan kişiye bakarken düşünmeli. Ne kadar kendisi? Kendisi olmayı, kendisi kalmayı ne derece göze alabiliyor? İnsan varlığının bir erdem vasfı olarak çalışan kendilik hakkı yükseklik mi kazanıyor yoksa seviye kaybına mı uğruyor?
Sanki bu kişilerin ağzı tenekedendir. Eğilip bükülür ustaca. Isınıp soğur kolayca. Sanki bu kişilerin dili plastiktendir. Yüz kızarmadan şekil değiştirir, sözlerin çıkışına göre renklenir. Kalıbını hiç yitirmez. Sanki bu kişilerin ağzından ipekten bir kumaş şelalesi dökülür de, metre metre kapışılır. Halka halka bir hikmet ve cazibe duvarı örülür etraflarında. Götürüp başka bir yere satacak olsan bir değeri yoktur konuştuklarının. Başka bir dile çevirsen, binlerce kilometre uzaklıktaki insanlara sunsan kimse dönüp bakmaz. Ama bir kere kafalarına uygun takkeyi, parmaklarına layık yüzüğü, üstlerine yakışan elbiseyi, dillerini besleyen konjoktürü yakalamış, talih kuşu ile dost, pazarlamacılarla ortak, hemcinsleri ile yaran, sırtlarını dayadıkları iktidarla geçimli, hasılı paşaoğlu paşa, bulunmaz hint kumaşı, altın yumurtlayan tavuk, Mavi Sakalın sırdaşı, Robin Hood’un mirasçısı, cümle Oğuz’un aksakallı bilicisi, Farisilerin Firdevsisi neyse, Fransızların Jan Dark’ı, kavmini kurtaran Musa, yoksulları gözeten, hakkı hukuku çiğnemeyen, şairlerin hası, yazarların son yaşatıcısı, bilgelerin torunu sayılmayı hak etmişlerdir. Alkışlar, dualar, temenniler, iyi dilekler, temiz niyetler, yüksek sesle bağlılık yeminleri ederek halkaya katılmak, yol yürüyüp ikbal ve menfaat devşirmekten başka tabii hal kalmamıştır. Gerçi bu çeneler, bu konuşkan ağızlar, mütevazılığın en parlak örnekleri olduklarından dem vururlar. Mal mülk, güç iktidar, taraf, mezhep, sınıf, kılan dertleri yoktur. Karşıdırlar, böylesi insan ezen, insan çözen tanımlamalara.
Bazıları diyebilir ki, ne var bunda? Herkes dilediği dilde, istediği şekilde, hiçbir şey hesap etmeden konuşamaz, kendisine layık bir dinleyici kitlesi edinemez mi? Zaten herkesin yaptığı bu değil mi? Herkes hem konuşmak hem de kendisini dinleyecek bir kulak aramıyor mu? Hayat bir orman mıdır ki, kişi ormanda olduğu gibi dilediği yolu yürüsün, istediği taşa otursun, gönlünden geçen sesi çıkarsın? Hayır hayır, erdem sahibi birisi ormanda bile yalnız olmadığının idraki içindedir. Ağaçların, kuşların, bulutların, suların, böceklerin, gökyüzünün onu gördüğünü hisseder. Tabiata nasıl davranacağını, ona nasıl yaklaşacağını bilmeyen bir insan, şehirde de, insana nasıl konuşacağını tartamaz. Söz, insanın altın terazisidir ki orada her gramın asıl değeri vardır. O yüzden bir ağacın doğallığı kalmaz yüzünde böyle yapmayanın. O yüzden bir kitabı açarken kağıdın incinebileceğini düşünmeyen kişi, bir cümle kurduğunda, hangi kelimenin ezileceğini, hangi ruhu yaralayacağını da kestiremez. Konuşma hakkını varlık adına düşürmektir bu. Sözün düşüşü, insanın inişidir.
Konuşmalı oysa insan. Bir yaranın kendi kendisini iyileştirmesi misali konuşmalı. Kendi dilini bularak, kendi duyguları, kendi düşünceleri, hür iradesi ile konuşmalı. Nasıl başkasının rüyasını göremeyiz, anlatırken kendi rüyamıza sadık kalmak durumundayız, konuşurken de öyle, kendi rüyamızı anlatır gibi, kendimiz olarak ve kendimiz kalarak konuşmalıyız. Ona buna dayanmadan, gizliden açıktan birinin safına, gölgesine sığınmadan, siperine yatıp kör kurşun atmadan, adeta çırılçıplak, savunmasız, her tür lanetlemeyi, her tür yok sayılmayı, yalnızlığı, anlaşılmamayı göze alarak konuşmalıyız. Eğer bu upuzun yol göze alınabilirse, bir süre sonra insan kendisi olarak konuşma hakkına kavuştuğu gibi, kendisi olarak dinleme özgürlüğüne kavuşmuş insanlarla da buluşur. Kişi kişi, kişinin kişide damla damla birikmesi gibi. Karların alttan alta eriyerek baharı hazırlaması gibi.