Kaybedileceklerin çokluğu basıncı yükselttiğinde...

Ömer Erdem

Aslında o kadar da kurum bağlamamış sanırsınız sanki ruhu. Hakiki domatesin tadını bildiği kadar hakikatin sesine de tamamen kapanmamış kulağı. İnsanın acı çektiği her yerde bir haksızlığın olduğunu unutmamış diye düşünürsünüz. Dün her vesileyle harekete geçmekten, karşı gelip protesto etmekten bahsedenin zihni şimdi hayli temkinli. O vakitler sadece düşünceleri ve idealleri vardı. Saf heyecanı onu yerinde durmaktan alıkoyuyor hiçbir şey yapamazsa en yakınındakinin koluna girip ‘şöyle bir yürüyelim’ diyordu. ‘Şöyle bir yürüyelim, bu böyle gitmez, elle, dille, kalple bir şey yapmalı. Bak ellerime, senin ellerin gibi diri ve istekli’. Oturup bir çay içiyorlardı arkadaşıyla derin iç çekerek. İnkandan, ah bir imkan bulabilsek diyorlardı. Kalktıkları yerden dünyanın sonuna kadar gidebilecekleri inançları vardı. Gidenler çoktu, dönmeyenler ondan da çok. İnsan dünyaya niçin geliyordu değil mi? Eylem yoksa hayat da yoktu. Varlığın anlamı tamtakır, bomboştu öteki türlü.

Günler, yirmi yıllar geçti…Çok kalabalık içinde çoğunlukla konuşulanları dinliyor, arada bir gülümsüyor, evet mi hayır mı olduğu belli olmayan bir edayla başını sallıyor şimdi o. Gözleri ‘konuşuyorsunuz ama gerçekler öyle bildiğiniz gibi değil’ diye bakıyor. Ya da öyle siz sanıyorsunuz da o aslında bir yerden haber beklemenin ve o haberle kazanç nehrinde yıkanıyor çoktan. Birkaç anı kıvılcımı ellerini terletecek oluyor, birden kovuyor o anları. Şok hatırlayışlar bunlar. Zokanın ucunda yem gibi görünüyor o kıvılcım parçacıkları. İçten içe kemiriyor kendini. Niçin gelmedi haber. İmzada sorun mu çıktı. Çoğu değil kendilerini torunlarının bile geleceklerini çoktan kurtarıp garantiye aldılar benzerleri. Hiç kollarını kımıldatmadan oldukça müreffeh bir hayat sürebilirler. İstedikleri hastaneden sağlık hizmeti alabilir, diledikleri zaman yurtdışına çıkabilir, yazlık evlerinden kışlık evlerine geçebilirler. ‘Evet, evet, der gibi baş sallamaları…’ Yok yok böyle bir baş sallama aslında. Onlar artık her iki alemde de kurtuluşa çoktan erenler.

Değil kendilerini torunlarının bile kolunu kıpırdatmadan hayat sürebilmesinin yığınağını yapanlar, kader çarkının dönüp dolanıp önlerinde durmasından rahatsızlık duyuyorlar. İbrenin ucu bir zaman kaması gibi artık sarkmış göbeklerine batıyor. Sonra da. Ne gerek vardı şimdi? Her şey yolunda giderken.

Limanlarda gemilere mallar yüklenirken. İnşaatlarda dil bilir üniversite mezunu mühendisler asgari ücretle çalıştırılırken. O belediyenin, bu kurumun işleri şıkır şıkır yapılırken. Dünyanın şurasında burasında olup bitenlerin bu düzeni bozmaya, onun yoksulun, çaresizin, kimsesizin koluna girmesini gerektirmesine ne gerek vardı? Vaktiyle sokaklarda çok yürümüş, cami önlerinde protestolara katılmış. Dergilere abone olmuş. Burs bulmuş. Soğukta sıcakta perişan olmuştu. Onunla birlikte geride kalmamış mıydı her şey? Şimdi şu sorgucu gözlerle ona bakanlar, yeteneksizler, nasipsizler değil miydiler?

Bir asansör mü düşmüştü mesela bir öğrenci yurdunda? Fidan gibi bir genç neye uğradığını anlamadan çekip gitmiş miydi aramızdan? Olurdu böyle şeyler. Kader. Mukadderat. Tıpkı torunlarının geleceği için yığınak yapması gibiydi bu mukadderat. Bir yüksek nazar onu seçmişti yükselmesi için. Mahkeme kapıları, hastane koridorları, market rafları mukadderata dahil değildi. Adaletin değerini taşıyacak terazi bulunamazdı artık. Hastaneler desen bal dök ye derecesindeydi mermer mermer. Zaten şunca malın şunca markanın dağıtımcılığını yapıyordu ayrıca. O malların menşeini deşip de milleti galeyana getirmenin anlamı var mıydı? Yüklüce zekatını verip vergisini ödemiyor muydu? Dünyanın neresinde marka olmuş bir malın etnik veya dinsel menşei kalmıştı? Kazanç zinciri herkesi birbirine bağlamıyor muydu? Dünya çoktan onda dokuz eyleminin panayırı kesilmemiş miydi?

Hele bir kere herkesin toplanıp da adeta toplu bir ayin yaparcasına gırtlağı yırtılıncaya kadar bağırması ortadayken. Zaten her seferinde zalime haine hak ettiği ayar en yüksek sesten verilirken. Duyguların kayıp kıtasında maceraya dalmanın alemi var mıydı? Şunun şurasında ne kalmıştı? Dünyanın kendisi kendiliğinden dize gelmeyecek miydi?

O bir zamanlar koluna girip de ‘şöyle bir yürüyelim’ dediği nasipsiz, arada bir rüyasına girip onu huzursuz ediyordu. Çoktan öteki aleme göçmüştü, benzeri nasipsizler gibi. O falanca şehrin modern sanatlar müzesini açacağı gün almıştı ölüm haberini. Ona kalmıştı müze kurulum ihalesi. Şimdi kurdela makasını bırakıp gidemezdi. Zaten hatırı sayılır bir makas koleksiyonu yapıyordu. Şimdi şu kalabalıkta konuşanlara katılırsa, bir bildiriye imza atmak ya da olan bitenler hakkında yorum yapmak zorunda kalırsa…Düşünmek bile istemiyordu. Çemberin dışında kalanın göbeği hızla daralıyordu. Onca yatırım, onca bağlantı. Kolay kolay olmamıştı. Kolay da olmayacaktı. Telefonu çaldı. Beklediği kişi arıyordu. Eliyle dudaklarını kapattı. Oldu mu? Şükür. Hadi hayırlısı. Tamam balıkçıda, dedi. Orada buluşalım. Boğaz çok şıngır mıngır bugünlerde…Lüfer günleri. Közde…

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (7)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.