Bazı zamanlar kendimi bedenimden geçen bir ırmağın sonsuz akışında buluyorum. Ne yöne aktığı önemli değil. Debisi kadar hızına teslim olmak bana ‘iyi’ geliyor. Bu bedenimin rahatlamak için yarattığı bir oyun mu o da önemli değil. Kıvrılışları kadar akışının hızlanışını hissediyorum. Onun hallerine göre atışının değişiyor nabzımın. Bazen ölüm derecesinde durgunlaşıyor. Hani bir ırmak bazı yerlere ulaştığında iyice yaygınlaşır, debisi neredeyse sıfır derecesine düşer ya ben de bu hallere bürünüp kendimin daha ötesine geçmeyi arzuluyorum. Sakinleşiyorum. Varlığımdan, tıpkı bir ırmağın akıştan vazgeçip de toprağın altına dönmesi benzeri iyice içime sızıp kaybolmak istiyorum. Bir ırmak da böyledir gerçekten. Siz toprağın karakterine verin ya da mevsimin sıcağına, yağışın yağmurun azlığına, birden yitiverir ırmak dediğin. Sonra da sürprizli şekilde başka bir yerden kaynayıverir.
Böylesi hallerde vazgeçişi daha bir düşünür oluyorum. Vazgeçmekten kastım bıkıp usanmak dünyadan el etek çekmek değil. Tembellik hatta miskinlik hiç huyum olmadı şu hayatta. Tam aksine ne fazla ne eksik, ne yüklenmeye ne taşımaya değer onu ölçüp tartma hali. Ve yine kendimi iyilik denilen şeyin kapısını çalarken buluyorum. Madem, diyorum, bedenim bana kendiliğinden böylesi bir iyilikte bulunuyor ben de onun ne olduğu ne olabileceği hakkında daha çok düşünmem gerekir. Gerçi nicedir biliyorum, iyiliğin sahibi pek yoktur. ‘İyilik yap denize at, balık bilmezse halık bilir’ sözünde bile bu ıssızlık ikrar edilir. İnsan denilen ‘saz parçası’nın kötülüğe düşkünlüğü onu hepten kimsesiz koyar. Bir başlasın hele bu ıssızlık toplum iyiden çöl demektir.
Peki öyle mi kalmalı iyilik? Birine ‘iyi misin?’ diye sorarken bile, gönlümüzden yükselen o ebedi iklimin esintisi yok mu? Var olmadığını kim inkar edebilir ki? Fakat, hiçbir zaman iyilik kötülük denli arada, ortalıkta, ayak vura vura, caka sata sata dolaşmaz. Irmağın kayboluşu gibi sessiz ve derinden akar. Ta ki birisi onu hatırlayıp da hayat verene kadar. Evet, hayatta salt iyilik diye bir maden yoktur. O bizim her istediğimizde kazacağımız cevher değildir. Aksine her seferinde yeniden icat edeceğimiz ve varoluşumuzun meydanına niyet kadar emekle indirebileceğimiz bir değerdir. İyiliği bularak oluş hakkımızı yenileriz aslında. Bunun yolu da elimizdeki kadar aklımızdaki nice şeyi bir kenara koymakla başlar.
İyilik bir vazgeçme sanatıdır çünkü. İster kendimiz için bir iyilik yapalım isterse başkası için, ne(ler)den ve niçin vazgeçeceğimize dair zihnimizin berraklaşması gerekir. Sadece maddi şeylerden imtina ederek değil duygu ve düşünceleri de geride bırakarak işlenebilir iyilik. Başka dillerdeki etimolojik evrime bakmak gerekebilir fakat dilimizin neredeyse en eski ve özünü hep koruyagelmiş sözcüklerinden birisidir ‘iyi’. ‘Edgü’ sonradan d>y değişmesi yanında -gu,-gü isimden isim yapma ekinin marifetiyle hep yaşayagelmiştir. Türkçenin ilk kurucu metinlerinden beri karşımıza çıkan bu kelimenin yaratıcı vasfı her zaman düşünmeye değmez mi? İyi ve onun saçaklanışından türeyen iyilik, bize kökten bir derlenip toparlanma fikri telkin etmez mi? Bir vasıf olarak iyi, insanı ve hayatı teşrih masasına yatırmaya elvermez mi?
Hiçbir devirde kötü ve kötülük kadar ilgi devşirmediğini biliyoruz iyi ve iyiliğin. Çünkü onun dili, eski dille söylersek ‘hafi’dir ve ergin bilinci varlığın özüne yaslandıkça anlam bulur. Bir de onu her diline dolayanın, her üzerine giyenin görünmez zırh edinmesinden olacak, çok yerde hayal kırıklıklarıyla doludur. İyiliği bir mask gibi yüzünde taşıyanların gün gelip de gerçek yüzlerini ortaya çıktığında maskeyi taşıyan değil bizzat iyilik yara alır. Kötülük şaşırtmaz. Hatta beklenir. Hazırdır kötülük. Oysa iyilik öyle mi? İyilik, beklenmediğinde ve beklenmeyenden geldiğinde görünür asıl. Kötü zaten ilkel korkular benzeri hep yanımızda akar. İyilik ise bizi sınar.
Kendiliğindenlik iyiliğin karakter vasfıdır ve iyiler bir an için iyilik yaptıklarını düşündüklerinde hicaptan yüzleri kızarır.Hayat debisi hepten hesaba kitaba, alıp vermeye, saklayıp biriktirmeye çevrildiğinde bir su gözesindeki iyilik de bilinmez topraktaki nemin müjdesiyle gelen iyilik de kaçırılır. Mülk edinilmeye, alınıp satılmaya, bağlanıp sarılmaya, paketlenip sunulmaya başladığında ise gözlerin feri söner.
İnsan kadar toplumların da iyiliği keşfedip bir yaşama iklimine dönüştürebilecekleri, aç kalmış bir bedenin düşlerinden çıkarak insana ve topluma yolculuk edebileceği günlerin gelip çatması bir şanstır. Çitsiz bir bahçe gibidir iyilik. Kuşla güneşin, yoldan gelip geçenle hatırlı misafirin, en uzakta kalanla kanımızın içinde akanın hakkı böylece bir olur.