Son zamanlarda sıklıkla kültürden söz açılıyor. İlk elde onca kültür ve medeniyet mirasına sahip olduğumuz bu coğrafyada dünya çapında bir kültür düşünürü çıkaramamış olmamız düşündürücüdür. Ve antropoloji, felsefe, tarih gibi disiplinlerle örülmesi gereken kültür tartışmaları günlük politikanın çemberinden kurtulamıyor maalesef. Kültürün hangi hal ve şartlarda yeşerece(bile)ğinden çok onun nasıl yönetileceği/yönlendirileceği ile ilgileniliyor. Kendi hayatlarında kültürün her hangi bir alanında takipçi düzeyinde bile olmayanlar iştahla ona sarılıp güç devşirmenin peşi düşüyorlar. Bu yolla bir güç ve paylaşım döngüsü kurulabilir belki ama uzun vadede oradan kültürel menşe can bulamaz.
***
Kültür bir soru ve eleştiri meselesi olmanın yanında sonuçta bir yaratım meselesidir de. Türkiye’nin Cumhuriyet boyunca yarattığı özgün, güdümsüz kültürün kaynağında ise kurumlar, politika ve devlet değil doğrudan doğruya sanat ve kültür adamları vardır. Kültür insan denilen ve onu yaratan özneden ayrı düşünülemeyeceği gibi yaşantısız, soyut ve kuru bir alan hiç değildir. Kültürü düşünmek bu bağlamda sanatçı ve hayatı düşünmektir. Her ikisinin de nefes alıp gelişebileceği atmosfere de özgürlük denilir. Toplum özgürleştikçe kültürü yaşama ve paylaşma alanı genişler insan özgürleştikçe kültürü yaratacak öznenin önü açılır. Her iki alanın daraldığı yerde tartışmalar boyut değiştirir, gerilim artar, iktidar kavgası merkeze oturur. Kutuplaşmalar artar.
İktidarı ele geçirdiğinde kültürü belirleyebileceğini sanmak boş hayalden ibarettir. Doğası gereği kültürü kuran faaliyetler (her tür sanat, düşünce, hayat faaliyetleri folklor dahil) şekle girmez emir almaya yanaşmaz. Güdümlü kültür dediğimiz bir gerçeklik her zaman vardır ama Suriye üzerinden düşündüğümüzde Nizar Kabbani’yi açıklamak için devlet ve rejim bir anlatı efekti olmaktan kurtulamaz. Bizde erken Cumhuriyet yıllarında Trakya’da Trak kökleri aramakla yaratıcı şairleriyle kavgalı olup onları hapse tıkmak aynı mantığa çıkar.
Ziya Gökalp, Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan, Ekrem Akurgal, Cemil Meriç gibi yazarlar kültür meselelerine onca eğilmiş ve Bahaeddin Ögel de oldukça hacimli çalışmalar yapmış olmasına rağmen, kültürü ve kendimizi açıklamakta başvurduğumuz kaynaklar bugün de çevirilere dayanır. Yerlilik, millilik gibi duygu kabartıcı kavramlarla kültürü bir yere taşımak zaten mümkün değil. Kültür ait olduğu dilde ve ona bağlı hayatta can bulup açığa çıkar. Milli Edebiyat veya Milli Sinema benzeri kategorik tanımlamalar dönemsel bağlamda bir yere oturabilir ama kültürün zamanla kurduğu irtibatta değerden düşer. Kültür ve sanat insanına güvenmek uzun erekte kültürel özgünlüğün anahtarıdır. Kültürü kitle değil birey yaratır.
Her türlü kültürel ve demokratik çoğulluğun artması tıpkı geçmiş kültürümüze renk ve derinlik katan ırk, dil, din ve hayat çeşitliliği benzeri bir dinamizm katacaktır bize. Devletin ve sivil kurumların dengeli, mesafeli ve müdahalesiz bir aktör olarak kültüre dahil olması elbette gerekir. Yine geçmişte jakoben ve batıcı zihniyetin baskın müdahilliği pek çok korkunun taze kalmasına sebep oluyor. Ne var ki toplumun değişme dinamiği bu korkuyu her zaman alt eder.
***
Kültürü tartışırken insana ve canlı kültüre yol aldıkça ilerler ve içinde insan ve kültür olan kültür sahasına dahil oluruz. İktidar ve devlet yedeğinde konuşup tartışılan her mesele geçmişin tekrarı olmaktan ileri gidemez. Savunma ve mevzi kazma bir savaş yöntemi olabilir ama bir kültür ve yaratma kavramı değildirler.
Ayrıca kültürel hayat sayılarla, birbirinin türevi topluluklarla değil verimlerinin doğasında özgürlük ve yaratıcılık bulunan tekil eser ve kişilerle var olabilir. Kültürün toplumsallığı tekillikten geçer. Tekil olan özgürdür, gereğinde geri çekilir, susar, kendi yalnızlığının aydınlığında yaşamasını sürdürür.