Geçmiş zaman. Karaköy’den kalkan vapurla Kadıköy’e geçiyoruz. Yıldız Ramazanoğlu ve Sibel Eraslan’ın arasında oturuyorum. Söz ağzımdan akşam güneşinin turuncu oklarıyla yarışırcasına keskin ve berrak çıkıyor. ‘Ateşler içindeydim. Yanıyordum, sanki bir ateş bahçesinin içindeydim. Etrafımı saran alev salkımları, ağaç formuna bürünmüş, çalılıklar, böğürtlenler, ismini bilmediğim otlar, yaban yemişler arasında bir tutuşmadır gidiyordu. Dün geceden uzun sürmüş bir yolculuğun uyuşturduğu şuurum bu ateşi adeta seviyor ve ondan gizli haz bile duyuyordu. Ama ateşti bu. Ne beden ne ruh onun azabına ne kadar dayanabilirdi. Dipte,çok dipte, cevapsız soru kökleri uyanıyor, benliğin en ilkel hali ayağa kalkmak istiyordu. Hayır hayır, ülkemin dışında, binlerce kilometre ötede fakat çocukluğumdan beri gitmek istediğim yerdeydi. Kaderin ‘yıldızı parlamış’ beni buraya, bu ateş salıncağına bırakmıştı…’
***
Yıldız Ramazanoğlu ve Sibel Eraslan, bu anlatışımın ateşlediği merakla, devam et, ne oldu? Kâbus mu? Rüya mıydı? Diye sordular… Ne ne zaman kâbus ne ne vakit rüyadır bunu tayin etmek bazen güçleşir ama anlattığım etime batacak ateş iğnesi kadar gerçekti. ‘Fergana’ya gitmiştim. TRT adına çekimler için. Ekip arkadaşlarımla. Taşkent’ten uzun ve zorlu bir yolculuğa girişmiş geceyarısı Namangan şehrinde konaklamak durumunda kalmıştık. Bir evdi burası. Arkadaşlarım ve ben pelteye dönmüş uykuya dalmıştık. İşte bu ateş, bu yangın o uykunun içinden yükseliyordu. Sonra birden uyandım. Sabahın erken bir vaktiydi ama keskin güneş yattığım yerin karşısındaki pencerenin açık camına vuruyor, orada bütün ısı ve enerjisini topluyor sonra da ateş gülleleri halinde bedenime salıyordu. Kalktım. Dışarıya, hayata, sabahın mahrem seslerini duymaya çalıştım. Yönsüz kadın sesleri Özbekçe’nin katı ve uzak anlamlarıyla kulağıma doluyordu. Evler kerpiç duvarlarla çevriliydi. Yakılmış ateşlerden yükselen duman ve kokusu, birden beni İçanadolu’ya çocukluğuma götürdü. Annem miydi yoksa şu ateşi yakan kadın. Bu serçe sesleri. Bu ömrün yüksek teslimiyeti. Burası, bu ülke kimindi? Çocukluğumdan beri içimi yakan Fergana özlemi şimdi bu duman kokusuyla kutsal bir tütsüye mi bürünüyordu?
Tak! Taak! Tak! Kapı vuruldu. İrkildim. Birden yabancı olduğumu, başka bir ülkeme bulunduğumu hatırladım. Elim ayağım buz kesti. Geri döndüm, dünyadan geçmişçesine uykularına dalmış ekip arkadaşlarıma baktım. Yoksa polis mi? Dün geceden, eksik kalmış rutin bir kontrol mü? Sonuçta Kerimov’un ülkesi burası. Boğazım kurudu. Dumanın kokusu da soldu. Acele mi etmiştim. İpek Yolu müziği, Babür’ün miğferini delip, Muhammed Salih’e uzanamadan boğazıma mı dolanacaktı? Tak! Tak! Tak! Kapı ısrarla ve tekrar çalındı. Sanki o evin sahibi benmişim gibi bu kez tereddütsüz, kapıya yöneldim. Hayret ettiğim cesaretle kapıyı açtım. Karşımda kalpaklı, kalem gibi ince ve uzun boylu, bıyığı bir ip gibi dudağının üzerine yayılmış, gür kaşlı net ve duru bakışlı bir adam, saf, açık, gönülden ve aşk gibi bir Türkçe ile; ‘duydum ki siz dün gece İstanbul’dan bize konuk gelmişsiniz. Bu elimdeki kavanozda kendi elimle yaptığım kaymak var. Yeyiniz!... Dedi ve ani bir dönüşle kayboldu. Elimde kavanoz, ürperdim…
***
O adam bir Mesket Türküydü. Nicedir Orta Asya’ya dağılmışlardı. Ben nasıl Fergana deyince uçuyorsam asıl onlar İstanbul deyince boğuluyorlardı. Şimdi elimde bir kavanoz, sıcaklığı elime geçen kaymakla bir yitik gibi kalakalmış asıl büyük ateşin şimdi başladığını fark edivermiştim. Böyle zamanlarda şuurumuz bembeyaz ışık kesilir ve bedenimizden koparız. Ah bilmem ki, ömrümün geri kalanını o adamı aramakla geçirsem, şu her gün yabana yazıldığım alemde biraz olsun ferahlar mıyım?’