Aşk, köken itibariyle sarmaşığa ve bir şeye ölesiye dolanmaya, bağlanmaya karşılık gelir. İster bir kadına, ister bir erkeğe veya yüce bir varlığa olsun bu bağlanma hayattaki başka hiçbir eyleme benzemez. Birdenbire, cihetsiz ve sarsıcıdır. Onca olumlu görüntü ve imgesine rağmen sarmaşık, sarmalanma asıl aşk adına duyurduğu imgesel güçle yıkıcılığından sıyrılır. Bir sarmaşık yüksek ve gövdeli bir ağaca, aşılmaz bir duvara nasıl pençe pençe tırmanarak yapışıp yükselirse aşk da insanı varlık denizinden hayat bahçelerine öylesine görünmez ayaklarla gezdirir. Aşka düşmek, aşkın hâli üzere bulunmak nadiren insan ömrünün duraklarına denk gelir ama asıl telkin ettiği yüksek duyuş, sağlam düşünce, yaşama ve yaşatma şevkiyle meyvelenir, salkımlanır, hâlden hâle bürünür ve sonunda insanı kurar. Bazen mecnunluğa çıktığı da olur bu kuruluşun ama yeryüzünde her zaman mecnunluk azınlıkta kalmıştır aşkın yapıcılığı karşısında.
Aşk beş duyunun ötesine taşıyarak kurar ilkin insanı... Koklayarak, tadarak, duyarak, görerek, dokunarak dünyayı tanımaya başlarız. Ne var ki beden de dünyayı tanımaya yetmez bir başına; biz dünyayı kendimiz kılarken ya da kılmaya uğraşırken başkalarından ayrıldığımızda aşk, kendiliğin tadını hayata katıverir. Normal şartlarda verili bulunan beş duyuya rağmen aşkın, nerede ve ne zaman taşacağı kestirilemeyen potansiyel varlığı kendilik köklerini kımıldatır. Nitekim o aranarak bulunmadığı gibi irade ve istekle de yok edilemez. Dünyanın alışkanlıklarından, benzeşmelerinden, vasatlığından hatta kötülüğünden çıkış için aşkın şimşeği, ateşi, ışığı gereklidir. Büyük sanat eserleri, geri alınamaz dönüşümler, ölümsüz terk edişler onun ürettiği kimya iledir. Onun tadı gözyaşı gibi içimizde saklıdır ki ancak bir damlası dudağımızın kenarına indiğinde bilinir. İnsan elinde olsa hiç yutmadan bir ömür o tat ağzının içinde dursun ister. Fakat aşk indiği hiç bir yerde sonsuza dek kalmaz. Göçmendir. Serazat ve sahipsizdir.
Bazen yüksek bir yıkıcı aktör gibi gözükse de özünde insana kendi büyük kuruculuğunu emanet bırakır. Bak der, âdeta, iyi bak, bugüne kadar görüp duyduklarının, tadıp dokunduklarının, koklayıp yaşadıklarının kimyasına kimya katmak, onu yaratışın sonsuz uzayında yoğurmak senin için bir şans. Şimdi bir çift gözde, bir tek ağızda, bir endamda, bir bakışta, bir ses çınlayışında nasıl dengeni kaybediyor, coşuyor, kalbinin atışıyla gürlüyorsan, sakinliğin, düşüncenin, sayıp bilmenin, tanıyıp gözetmenin, maddenin, zamanın, diğer canlıların, kâinatın, hasılı varoluşun altın anahtarının sırrına kavuştun. İnsan ki aşk ile insan olmaktan çıkmaz, döner bir kez daha asıl insan olur. Aşk bundandır. İnsansız aşk yalandır. Aşk bir nitelikli vazgeçme sanatıdır.
Her devrin kendisine özgü bir anlayışla göklere çıkarıp yücelttiği büyük aşkları oldu. İnsan tabiatın sırrına erip teknoloji ve bilimsel gelişmelerle büyüyen mesafeler ölçeğinde merak duygusunu ortadan kaldırdıkça aşk da bundan payına düşeni aldı. Hiç kimsenin aklına muteber bir aşk tarifi sokamayız elbette ama aşkın ölümsüz bir cevher olduğunu söylemek bir sır değil. Her şey mutasyona uğrasa, insan evrim geçirip başka bir canlı olmaya evrilse bile aşk bir hafıza, bir koruma sigortası gibi varlığını koruyacaktır. Bir kişi hâlâ aşık oluyorsa dünyada, bütün insanlık adına oluyordur. Aşkla insan oluşun yüksek fırınına giriyor ve oradan kanatlanarak çıkıyordur. Aşkın rüzgârının estiği her yerde kişiye düşen saygıyla eğilip onun geçişini beklemek olmalı.
Bir şey daha var; tıpkı parmak izimiz gibi aşk da devredilemeyendir ki bizi bu biricikliğiyle ele verir... Kişi kendi meşrebine göre aşkın katlarında dolaşma özgürlüğüne sahip. En yükseğe konulan Tanrısal aşktan diğerlerine kadar aşklar aslında tuhaf geçişkenliklerle doludur. Aşkın bir varlık ilmi olarak şiirde, sinemada, resimde, romanda, müzikte ve bütün sanatlarda karşılık bulmasının sebebi sınır ötesine taşıma gücüyledir. Aşk harici hayatın tadı yadsınamaz ama hayatın gerçek tınısı aşkın kulağıyla duyulabilir. Aşk katına henüz bir kez çıkmayan hiç bir şey duymamış sayılır.
Bundan dolaydır ki aşka düşen coşar, aklının ve huyunun çiçeklenişleri solmasın diye yazıyı, sesi, rengi, taşı, biçimi ödünç alır. Onun hem ölümsüzleşmesini hem de başka ruhlara ilham vermesini ister. Aşkın, sarmaşığın sarıp soldurucu etkisinden çıkıp aşk olması bundandır hep. Çünkü insan yaşamak kadar yaşatmak da ister, istemelidir. Eğer filozoflar, eğer şairler, eğer müzisyenler, çok uzak ve görünmeyen yoldan aşkın insana doğru yürüyüşünü duymasalardı bu kadar inanç ve ısrarla çalışmazlardı. Aşkla insan dünyayı sonsuz kere görme ve şekillendirme gücüne sahiptir. Nerede nefes kesici bir varlık vardır onun ilhamı aşktandır. Gittikçe aşksızlığa gömülen dünyamızda aşkı beklemek insanın geri dönüşünü beklemek de demektir. Sonuçta kâinat aşk üzredir...