Avazı çıktığı kadar bağırıyor: ‘Ağaç çürümüş, ağaç çürümüş!’ Onunla yarışırcasına karşılık veriyor diğeri: ‘Buraya gelin, burada toplanın, herkese yetecek kadar gölge var, dallar desen upuzun, yapraklar kıpır kıpır!’ ‘İnanmayın!’ diye yükseltiyor sesini ilk konuşan: ‘Zehirli bir ağaç o, görünüşüne aldanmayın!’ Bir kere keskinleşti mi hayatta çizgiler, herkes kendi kutsalının sunağına kanla bağlandı mı öz sesinden başka nidayı duymaz, doğru bildiğinden öte bir milim şaşmaz olur. Ağacın çürüklüğü kadar zehir saçıcılığının da bir kıymeti kalmaz. Gerçeklik paralaksı bir zihinsel kadüklük olarak sosyolojik tabanda hızla kökleşir ve birbirini tekrar eden davranış kalıplarına bürünür.
Yeryüzünde insanın en büyük zaafı kutsal değil kutsamadır. Kutsama sonuçta zihni ve kalbi taşlaşmaya, kutsal ise onu oradan çekip yüceltmeye adaydır. İnsan bu yüzden sıklıkla iki kutbun arasında kaldığında sağduyusunu koruyup doğruyu bulacağı yanılsamasına kapılır. Nasıl ikinin ortası bir değilse hakikat de ancak iki ateşin dışına çıkıldığında görülebilir. Hakikat her zaman üçüncü yol demektir. Üç, çünkü, asıl mümkün olandır. İki kişi anlaşmazlığa düştüğünde üçüncü kişi aklı ve yaşama sağduyusunu temsil eder.
Bir satma ve pazarlama taktiği olan övme, yüceltme, karşıdakinin davranış ve kişiliğine sıçramaya başladığında politika doğar. Bakmayın siz politikayı ‘yönetim sanatı’ diye tanımladıklarına. İlk ve son politikacılar o sebepten tüccarlardır ve insanın selameti bu çemberi, bu olgusal şişkinliği kırmaya bağlıdır. Cevher, toplumsal katmanlar arasında dolaşan değerlerdir. O değerleri pazara taşıdıkça daha çok mal satar tüccar. Buradan elde edilen artı değer bir güç ve iktidar skalası edinecek ve sonunda semboller üzerinden daha rahat kuşatılacaktır toplum. Bir yerde taraflar kitlesel olarak bir şeyi sahipleniyor veya saldırıyorlarsa orada hem bir güç savaşı hem de saklama operasyonu yapılıyordur. Geçmişte, benzer çatışmaların sonuçlarına bakıldığında görülebilir bu. Toplumların kolayca ‘iki’ye ayrıştırıldığı yerde bu yüzden kutsal değil, kutsama vardır. Bir ilkel tütsüleme yöntemi antropolojik yara gibi döner durur.
Ayla güneşin ortası var mı? Suyla buzun, buharla damlanın? ‘Seni seviyorum’ cümlesinin ortası var mı? Bir elmanın iki yarısı var da bir tarlanın iki yarısı ile bir mi? Eldeki parayı ikiye böldüğümüzde ortaya çıkan tablo ile bir ekmeği ortadan bölmenin sonucu aynı mı? İnsan insanın yarısı olduğu hâlde, toplum toplumla karşı karşıya geldikçe değil iç içe girdikçe toplum olduğu hâlde nasıl oluyor da durmadan kalbin, gönlün, aklın ortası işgal ediliyor? Orada açılan, açık kalması gereken hayat alanı, güvenlik çemberi, varlık plasentası habire daraltılıyor, karartılıyor? Bunun bir izahı yapılmayacak mı?
Zor mu gerçekten farklılıklardaki aydınlık alanları korumak? Her şeyi getirip ilkel gerekçelere bağlayacaksak insanın sorumluluğu ne olacak? Yaşamak bir sürekli gelişim ve yaratı yoluna sokulmadıkça yok etme ve yok sayma dürtüsü işlerlik kazanmayacak mı? Taraflar yerine ve zamanına göre ellerindeki güçleri birbirlerine karşı kullanmaya giriştiklerinde ikinin ortasının bir olmadığına inananların hâli ne olacak? Dilimiz kadar zihniyetimize sokulan ‘bîtaraf olan bertaraf olur’ sözünün kılıç gölgesi ne zaman fark edilecek? İnsan duygu ve düşüncelerin, baştan, ilkten, önden bir sahibi mi var ki davranışlar o kalıba uydurulsun?
Her şey yok olma noktasına vardığında, içilecek su bir yuduma düştüğünde, iki insan aynı anda susadığında, birbirlerinin gözlerine baktıklarında hangisi ‘sen!’ hangisi ‘ben’ diyecek? Peki içinizde üçüncü bir göz, elinizde su varken ve başka bir su kaynağına ulaşmak da böylelikle mümkünken neden şimdi bu duruma düştünüz? Toplumsal yaşam dengesi karşılıklı hakların gözetilmesini dayanır ve bu gözetim maneviyatı aradan çekildiğinde şiddet ana hukuk olur. Şiddet sadece fiziksel bir olgu değildir ki; asıl şiddet kendi varlığını başkasının yok oluşunda arama kutsamasıdır. ‘Ağaç çürüdü!’ diye bağıran kendi ağacını değil, karşıdakinin ağacını hedef bellemiştir çoktan.