Her öykü bir insan araştırmasıdır. Türkçe öykünün bugün geldiği araştırma kabiliyeti gençler tarafından yaşatılmakta, öyküden öyküye, kitaptan kitaba çok zengin geçişkenlikler halinde varlığını sürdürmektedir. Her zaman bir edebiyatın canlılık kadar sağlığının da öyküde barındığına inandım. Bu, öykü sanatının şiir ile roman arasındaki o çok kritik yerde durmasından kaynaklanıyor. Adeta öykü, şiire ve romana can suyu taşımakla kalmıyor sürekli onlardan da besleniyor. Öykücüler ve kitapları bu bağlamda benim özel ve yakın okuma alanıma dahil hep. Bir de, arada kalanlar, yazıp gidenler, parlayıp sönmese bile çok değişik sebeplerle gündemden düşüp unutulmaya yüz tutanlar var. Biliriz, sanatta iyi olan hiçbir şey sonsuza kadar kaybolmaz. Onlar çok lezzetli yer altı suları gibi bir yerden kaynayıp sızarlar.
***
1955 doğumlu Mehmet Günsür de, edebiyat dünyasının güncel ilgisinin dışında kalmış bir öykücü. 2004 yılında aramızdan ayrılan yazar İçeriye Bakan Kim? kitabıyla, Sait Faik Hikaye ödülünü de kazanmış vaktiyle. Bu ödülün dolayımını Ferid Edgü ayrıntısıyla yazıyor. Everest Yayınları, Günsür’ün Caique kitabı yanında diğer öykülerini de bir araya getirerek yeniden okuyucularla buluşturdu. Kitabın sonuna da, Seyhan Erözçelik, Haydar Ergülen, Füsun Akatlı, Ferid Edgü, Doğan Hızlan ve Hilmi Yavuz’un yorum ve değerlendirmelerini ekledi. Böylece onun hayatı ve öykücü kişiliğini daha yakından tanımak mümkün.
İsmini bir şekilde bir yerlerde duymuş olmama rağmen, bu yayın öncesine kadar yeterince ve özenle okumadığımı ve bu sebeple çok özel bir öykücünün dünyasından onun dil ve edebiyat lezzetinden mahrum kaldığımı fark ettim. Öykücü o kişidir ki, yeni bir dil, dünya, kurgu ve buna bağlı ikna gücüyle gelir. Daha ilk öyküsü ‘Kuyu’ ile birlikte, çok içten bir gerçekçilik ve buna bağlı bir insan sıcaklığı getiriyor Günsür. O, büyük mümkünlüğün içinde, öykülere dahil olmakla kalmıyoruz, onunla beraber nefes alıp veriyoruz. ‘Sular, kıyıda cam yeşili, buğulu, açıklarda, adaların oralarda madensi koyu lacivert ve kıpırtılı’, bu çok bildik ve bir o kadar yabansı duyuruşlar çoktan beri içimizde devinen denizin kendisidir.
Özellikli bir tabiat anlatımı var Mehmet Günsür’ün. Sinema ile resim arasında dalgalanan ama dil ve edebiyat olmakta karar kılan bir tabiat gösterimi bu. Amacı bütün canlılığı ve güzelliği ile tabiatı bize göstermek değil, ona bakan, oradaki insana ait kılmak. Özne göz, özne duyuş. Hesaplaşma, bir kendini saklayan hesaplaşma aynı zamanda. Doğadan kopuşun sonuçları ile değil, daha ötesinde, felsefi gerekçesi çok daha dipte bir hesaplaşma. Entelektüel zihnin, kendi hayat döngüsünde, birden ters esmeye başlayan bir rüzgarın aklını çözmeye çalışmak gibi bir şey. Kendi ustalığını öykü yazarken göstermeyen, Füsun Akatlı’nın altını çizdiği ; ‘ çığlığını fısıltıyla yükselten, yüreğini ürkek bir serçenin göğsünde saklayan, çıraklıkta ustalaşan, ustalaştıkça da kimselere benzemeksizin bir doruğu tırmanıp bayrağını diken bir yazar…’ tutumu.
***
Bir tür tekil yaşama şiiri de demek isterim Mehmet Günsür’ün öykülerine. O tekilliğin çok doğal bir sonucu olan kısa ritmik cümleler, hayatın envanterinden çok öznenin durumuna doğru akar. Eylemler ve onların bir bir karşılıkları bir varoluşu çizer. Kendisine doğru konuşur gibi yapar. Bir de bazı şeyleri neden sevdiğinizi tam olarak bilemezsiniz. Birdenbire oluverir o sevgi. Kendini getirmemiştir. Davet etmemişsinizdir. Karşılaşırsınız sadece. Belki de öykü, karşılaşmalar sanatıdır. İyi ki de öyledir.