Semih Kaplanoğlu’nun Huzur’u sinema filmi yapma haberi duyulunca sağdan soldan tartışmalar da başladı. Bazıları bu fikrin son derece yerinde olduğunu ve sonucu merakla beklediklerini söylediler. Bazıları ise, Huzur’u sinemaya aktarmanın imkansızlığından dem vurdular. Buradan hareketle tartışılması gereken başka konular var. İlkin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanının hala kültür ve düşünce dünyamızın tam ortasında bir kült gibi neden durduğunun, durabildiğinin anlaşılması gerekir. İçerdiği doğu-batı meseleleri bir yana, artık yitip gitmiş İstanbul’u fon alan dokusuyla Huzur, bir insan romanıdır ve o insan pek çok çağdaş meseleleriyle estetik bir yapıya bürünmüştür. O estetizm, hayatla kurduğu esaslı ilişkiyi, tarih ve kültür ile derinleştirir. Tanpınar’ın başarısı 19.yüzyıldan miras toplumsal düşünce ile 20.yüzyılın ana akımı şuur ve psikolojiyi ustalıkla yoğurabilmesi ve kimliği net bir roman yazabilmesidir.
***
Tanzimat sonrası gelişip çeşitlenen düz yazı türleri içinde roman, Halit Ziya ile beraber esas temelini atmayı başarmış Tanpınar’da ise yoğun bir edebiyat ve insanlık açılımı kazanmıştır. Mümtaz’ın kişiliğinde toplumun kemiği, ayakta kalır ve kendi esnekliğini kırılmadan kazanır. Söz konusu olan, Huzur’u kendisinden önceki romanlara göre değil asıl kendisinden sonraki eserlere göre tartmaktır. Bu bağlamda, Huzur’u bir kültür ve insan prizması olarak kullanıp diğer edebi ve estetik türlere aktarırken onun bu merkezi konumunu unutmamak gerekir. Batıdan gelen bir tür olan roman nasıl özgün bir forma kavuşmuşsa Huzur’la, ondan hareket edecek sinema, tiyatro gibi türlerin gözetmesi gereken temel duyarlığın ve kriterlerin ne olduğudur. Eğer Huzur sonrası, Tutunamayanlar, Aylak Adam, Bir Düğün Gecesi, Kara Kitap gibi pek çok roman yazılabilmiş ise bu Türkçe’de ilerlediğimizi gösterir. Tiyatro ve sinemanın hayatımıza girmesi ile romanın başlangıcı arasında büyük bir zaman farkı da yok ayrıca.
Ne olmuştur o zaman? Sinema, hangi sebeplerden dolayı bugün, tam kimliğini kazanamamış, Huzur’u bünyesine aktarıp aktaramayacağı tartışılır hale gelmiştir? Roman yazmayı başarmış bir millet film yapmayı beceremez mi? Şimdiye kadar onlarca yönetmen tarafından zaten Huzur’un filme çekilmesi gerekmez miydi? Huzur hem şahıs kadrosu hem de içeriği ile çoktan buna uygun değil miydi? Birden çok senaryoya kaynaklık edecek özellikleri taşımıyor muydu? Hiç şüphesiz. İyi bir senaryo yazarı fazlaca hikaye çıkarabilir ondan. (Mümtaz’ın bakışı ile Suad’ın bakışı farklı olacaktır mesela) Pek çok yönetmen de bu hikayeleri yorumlayabilir. Oysa Türk Sineması, yıllarca esaslı meselelerden uzaklaştı, edebiyat ve düşünceye sırtını döndü. Popüler kültürün ve ona bağlı her tür çözülüşün bataklığına saplandı. Bu hesaplaşma yapılmadan, sinema ile kültür arasındaki kültürel düğüm çözülmeden bir adım ilerlenemez.
***
Ben hiç şüphesiz Semih Kaplanoğlu’nun Huzur’u filme başarıyla aktaracağına inananlardanım. Kaplanoğlu’nun eleştirel aklı, kültürel duyarlığı ve sinema birikimi buna elverişlidir. Bir yönetmen bir romanı filme çektiğinde kendi damgasını basar . Beklenilen ve olması gereken başka yönetmenlerin de Huzur’u çekmek için kolları sıvamasıdır.
Öte yandan Huzur’u okumak için birkaç on yıl gecikmiş bir Türkiye var önümüzde. Değil eleştirmek okumak için bile onca yıl direnmiş ve burun kıvırmıştır aydınlar Huzur’a. Birbirimizi sevmemek gibi geçmez bir hastalığımız var. Ve bu hastalık tam geçti denilen zamanda tekrar nüksediyor. Yazar, şair, sanatçı, sinema ve tiyatro adamlarını kendi kampımızın ölçülerine göre değerlendirmek gibi eski ve iflah olmaz bir huyumuz var. Bu huylar eser ile aşılır ve sanatın her türünde geçilen merhaleler hastalıkların ebedi çaresidir. Öyleyse, Kaplanoğlu’nun bu işin üstesinden gelip gelemeyeceğini değil Huzur’a niçin hala geç kaldığımızı tartışmamız gerekir.