Bu da olacakmış. Bunca yıllık ömrümde bunu da görecekmişim. Pek çok şeyi umarız pek az şeyi ummayız yaşarken. Ummadıklarımıza şaşırmamız bundandır. Gördüklerimiz hep olacak sanırız. Bildiklerimiz hep öyle kalacak. Değişim, dönüşüm hayat kanunu belki. Bir de çözülme, çürüme var. Gerileme var. Var oğlu var. Elimizde olanlarla elimizde olmayanlar arasında gidip geliriz. Gittiğimiz geldiğimiz bir olmasın, yol yordam farklı olsun isteriz. Ne var ki, olacak olan olur, olan kendisini dayatır. Kabullenmek veya reddetmek elimizde. Üzerine düşünüp kafa yormak da öyle.
Şöyle bir şey oldu. Olan şeye ilkin pek şaşırdım. Denemelerini hayranlıkla okuduğum bir yazarın yeniden basılmış kitaplarından birisini karıştırıyordum. Şubat’ı, o çok sert ve çetin geçen Şubat ayını düşünüyordum bir yandan. Soğuk desen tam, keskin soğuk değil, kış desen hiç kış değil. Arada, muğlak bir yerde duruyor. Dışarısı içeriye küsmüş. İçerisi dışarıya aldırmıyor. O denemeci, şair de aynı zamanda. Kültürü, yaratıcılığı üst seviyede. Günlük de tutmuş. 1950’lerin sonunda bir gün, şöyle yazmış; ‘Bugün bir toplantıda Ataç, Yahya Kemal’in ‘Bin yıl sürecek kar sesidir’ mısraı üzerine konuştu. Onu eleştirdi. Karın sesinin olmayacağını, şairin buradaki gerçeklik anlayışının sorunlu olduğunu söyledi. Yahya Kemal de bilir karın sesinin olmadığını…’ Böyle devam ediyordu cümleler. Allah Allah dedim, ne oluyor. Haydi söz konusu olan bir şiir, konuşan Ataç, günlüğüne not eden ise Salah Birsel…
***
Ne olacak şimdi? Ataç mı bilmez, hiç mi duymadı kar sesini? Yoksa onun büyüdüğü iklimde sessiz mi yağdı kar? Ya, Birsel. Her şeyi merakıyla didik didik eden, tilkinin kuyruğundan hüner öğrenen Salah Birsel. Ben de, sabahın erkeninde, akşamın önünde, gecenin dibinde, kar yağmadı, bu yıl ilk kez kar görmedim, ilk kez, bir mevsimi kara ayak basmadan geçireceğim, bu da oldu, hayatımda bu da oldu. Bunu hiç ummazdım, bu aklımın değil hayalimin ucundan da geçmezdi diye düşünürken, birden bire, bir soğuk Şubat gününde, bütün sertliği ile tangur tungur önüme yuvarlanıverdi bu cümleler. Ne yapmalıyım şimdi, bir devre damgasını vurmuş Ataç’ı yerden yere mi vurmalı, deneme sihirbazı Salah Bey’i ipe mi çekmeliyim? Yoksa, düşünmeli, neden neden oluyor, nasıl oluyor da bizim hayatımıza sokuluyor bu bitimsiz kara kış düğümleri mi demeliyim?
‘Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir’ bu diyen şairin, sadece kulakları ile değil ruhu ile de duyduğu karı ve onun sesini elbette çok duydum ben de. Toros uçurumlarında, İstanbul iskelelerinde, her ama her yerde. Karın sesini duymadan, onun fısıltısına kulak vermeden içinizde kabaran varoluş coşkusunu nasıl bileceksiniz? Onunla nasıl göneneceksiniz? Kar dünyanın yüzünü paklar.
***
Yetinmedim türkülere gittim. Havada Kar Sesi Var! Dinleye dinleye odalarda döndüm. Dışarıda kar yok. Gelmedi, hiç gelmeyecek. Gelse bile bir işaretle, ima ile kalkıp gidecek. Dıranas’a, Cenap Şahabettin’e, Sezai Karakoç’a göz kırpan kar, Yahya Kemal’de bin yılın hüznüyle yağan kar! Seni çağırsak, sana dil döksek faydası var mı? Hoca Ali Rıza’nın Üsküdar’da Kar tablosuna bakmak bizi avutur mu?
İnsanların huyu değişince mevsimlerin de huyu değişirmiş. Her kış bir vesileyle saltanatını kuran kış, kar gözenekleriyle şehrimizi bezerken şimdi semtimize bile uğramaz olmuş. Kışsız bahar gelir mi? Gelirse nasıl olur? Bu da bir kara muamma. Ve, ya bu huy kalıcı olur da göçmen kuşlar misali bir daha gelmezse buralara? Dert mi diyecek belki insan? Bu da dert mi? Neler demiyor ki şimdilerde o? Onlar.