Az önce elinde yepyeni bir vazo tutuyordun. Uzun arayışlardan sonra oldukça yüksek bir para ödemiştin ona. Suturkuazıydı. Tam olarak ne yapmayı düşünüyordun onunla? Bu önemli değildi. Ondan yayılan yenilik ve güzellik tek başına yeterliydi. İçin ışımıştı. Nesne nesne olmaktan çıkmış varlığın yankısına bürünmüştü. Kim bilir hangi zaman hangi atölyede ve hangi usta yapmıştı onu. Ve o mağazaya ne vakit gelmişti. Bir geçmişi vardı mutlaka. Ama senin gözünle buluşur buluşmaz üzerindeki zaman tozu kalktı. Her şey yepyeni oldu. Dikkatle sardılar. Dikkatle taşıdın. Paketi açtın. Masanın üzerine koydun. Uzaktan baktın. Gün ışığında mı yoksa gece ışığında mı daha güzel duracaktı? Emin olamadın. Daha akşama vardı. Bu suturkuazına bayılıyordun. Böyle bir renk var mıydı yoksa onu sen mi uyduruyordun? Önemi var mı? Yeni bir şey diye düşündün, yeni bir şey, sadece kendisiyle gelmiyor, yan yana durduğu, aynı mekanı paylaştığı her şeyi değiştiriyor, onlara anlam ve boyut kazandırıyor. Belki de bu, yaratıcılığın eşyada da sürmesi yenilik dediğin. Bir an ürperdin. Telefonun çaldı. Elin gayri ihtiyari vazoya çarptı. Ah demeden çoktan düştü. Paramparça oluverdi. Şimdi dedin, şimdi şu kırılmış olan da yeni. Nasıl ayıracağız birbirinden bu iki yeniliği?
***
Eski ile yeni arasında tam bir sınır mı var? Kim çiziyor bu sınırı, o sınırın varlığına kim, neyin adına ve hangi gerekçe ile inanıyor? Yenilik, yoksa sürekli olmanın, biteviye değişmenin adı mı? Ya eskilik ne? Ölüm, çürüme, yok oluş mu onun kaderi? Yeniyi bilmek, tanıyıp anlamak eski olanın ne olduğuna mı bağlı? Ama böyle düşünürsek, düşünürsem, eskiyi mahkum etmez miyim? Eski de yeni de hayatın içinde birden, birlikte değil mi? Dört yaşına basan bir çocuğun üçüncü yaşı eski de dördüncü yaşı yeni mi? Pek bu güzellik, bu serpilme, bu cıvıltı, bu yaşama coşkusu ne?
Tekrar vazoya baktı. Daha yeni aldığı ve şimdi yenice kırılan vazo, bu yenilikle yine her şeyi değiştirmiş mi oluyordu? Az önce ışıldayan, adeta yeni bir boyuta geçen evdeki diğer eşya büzülüp geri çekilmiş, yenilik duygusunu yitirip karanlığa mı gömülmüştü? Eşya bilir miydi? Bilmiyorduysa eğer nereden çıkarıyordu onlardaki değişimi, yenilik halini? Yoksa yenilik hep birlikte gerçekleşen bir varoluş şöleni miydi? Şölenin olduğu yerde ağıt da yaşar mıydı? İstenmeyen, beklenmeyen ama bir yaşama olarak, kararan bulutun boşalması gibi sağılıp gelen ağıt! Bilemedi, şimdi elinde iki yeni mi vardı yoksa iki eskilik mi? Bilemedi.
***
Hayat da böyle akıp gidiyordu. Evet akışkan, durmayan, geri dönmeyen bir şeydi hayat. Hatta eski yeni diye bir derdi yoktu onun. Bir ayva olarak baharda dallarda yeşeriyor, parlak beyaz çiçeklere duruyor, sonra tüylü samurumsu meyvelere dönüyor, sonbaharda da, her şeyin yokluğa hazırlandığı dönemde yağlanıp sararıyordu. Dalından koparmaya kıyamayacağınız bu zaman aydınlığı, kokusundaki o bitimsiz derinlikle bir süre sonra bir pencere kenarında tüylenip çürümeye başlıyordu. Şimdi yeni çürümüş bir ayva ile yeni koparılmış bir ayva yenilik yönünden bir miydi? Hangisi daha güzel hangisi daha etkileyiciydi?
Mutfağa geçti. Kendisine bir kahve yaptı. Dönüp masaya oturdu. Yerde toplanmamış dağılmış vazo parçaları vardı. İlkin yazıklandı sonra vazgeçti. Vazo kırılmasaydı belki yenilik üzerine bu denli düşünmeyecekti. Her an her saat her gün, her insan, her eşya ve varlık yepyeniydi aslında. İnsan onu ya hatırlıyor ya da unutuyordu. Unutmak ne zalim ne kötüydü? Bilmek ise…