Günbatıdan gündoğuya evleri taşlayan yağmur

Ömer Erdem

Son pencereyi kapattığım an o kara su pelerini her şeyin üstünü örtmüştü. Döne döne bir sis bulutu ile gelmiş , kıvrımlı ve çetin rüzgarla sokağı, binaları, ağaçları çevirip sarmıştı. Şimdi kara su salkımları, yelpazemsi ve saçaklı gülleler gibi her yeri dövüyor camı çerçeveyi, kapıyı çatıyı çaresiz bırakıyordu. Sokağa hakim olan ana duygu bozgun ve çaresizlikti. Böyle bir karmaşada kediler, köpekler, kuşlar nereye sığınır kimsenin düşünecek hali yoktu. Önce zihin mecalsiz düşüyor muhakeme gücünü yitirme noktasına geliyordu. Arka odalardan gelen gümbürtü beni oraya çekti. Koştum. Su, bir demir çelik fabrikasındaki yüksek fırından püsküren ağır, metalik toz gibi duman olmuş şiddetle camları dövüyordu. İlkin irkildim, yıldırım, şimşek çakımı, yan balkondan fırlamış bir sandalye düşündüm. Hayır hayır yumruk büyüklüğünde dolu pençeleşmiş evi taşlıyor. İlk kez evleri taşlayan bir yağmur gördüm ben. O an alt kattan bir şangırtı, parçalanma sesi geldi. Camlar kırılmıştı. Derinlerden vapur düdükleri inleyerek geliyordu. Elektrikler kesilmişti. Şehir yönünü ve konumunu kaybetmişti. Tufan kadim bir güncelliğe bürünmüştü.

***

Gündoğu’dan Günbatı’ya, ki Kemal Tahir doğu ile batıyı böyle ayırır, gelip yerleşeli beri, en övünçlü yanlarımızdan birisi kurduğumuz şehirlerdi. Batıya doğru ilerledikçe yerel mirasları tevarüs etmiş ve kendimize özgü bir mimari ve şehir fikri de yaratmıştık. Gündoğu’da kalanın ne olduğunu anlamak için ise artık eski sıfatını kullandığımız Mardin, Urfa, Diyarbakır, Antakya, Halep gibi şehirlere bakmak yeter. Ve Günbatı’da açığa çıkanı görmek için ise yine çok acı, yine eski sıfatıyla anacağımız Bursa, İstanbul, Edirne ve Balkan topraklarında kalmış şehirlere bakmak gerekir.

Evleri taşlayan yağmura bakarken sadece ‘afet’ sözcüğüne sığınmak basit bir avuntudur. Ben yağmurun nasıl bir canlı surete bürünüp beni içeri al, beni kurtar deyişini de yakından, ürpererek duydum. O içerde ben dışarıda çaresiz kaldım. Doğu ile Batı’nın şimşeğinde yıldırım ateşine düştüm.

Nasıl oldu da Gündoğu ile Günbatı arasında yaşadığımız süreçte böylesi bir manzaranın mahkumu olduk. Çarpıcı olan, batıya, zihnen batıya gittikçe kendimizi yitirdiğimiz, daha doğrusu batıyı da yitirdiğimizdir. Şehirlerimizin birer toplanma yerine dönüşmesi, rant, iştah faşizminin arsıza böbürlenip durması karşısında yaşadığımız tam bir zihni etkinsizliktir. O, şehir tek başına o denli büyük ve güçlüdür ki açılan her ağzı tıkama hüneri çoktan mevcuttur. Yağmurun taşladığı belki de bu materyalist ruhtur.

Binalar çaresiz, otobüs ve arabalar çaresiz, ağaçlar kurban, yerle gök arasında insan değil de başka bir canlı türü var sanki yaşayan. Doğanın gücü ve şiddeti yeni bir olgu değil ve o önceden konuşabileceği bütün uyarıcı dillerle kendisini duyuruyor.

***

Ertesi sabah erken yola koyuldum, İzmit’den Sakarya’ya kadar yağmurun coşkun sağanağında yol aldım. Bozkıra, Kemal Tahir’in daha çok sözünü ettiği kara, kuru ve yanık Anadolu’ya, Tuz Gölü, Hasan Dağı ve devamı coğrafyaya dağıldıkça, onun, Gündoğu’nun ne kadar da çetin, özünün emilmiş ve ruhunun yorulmuş olduğunu bir kere daha gördüm. Gülek Boğazı’nı geçip de mağrur, yalçın ve başı bulutlu dağları görmeseydim içimdeki müzikten de umudu kesecektim.

İşte yine böyle olacak. Gündoğu’dan Günbatı’ya akıl ve kültür yanında aşkla tutunduğumuz bu coğrafyada, günlük meteoroloji raporlarının ötesinde çözmemiz gereken sorun ve sorulması gereken büyük sorular var. Yağmur evimizi neden taşladı. Bir sonraki dili ne olacak?

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.