Dünyanın neresinde ve hangi gerekçeye dayanırsa dayansın bütün militarist adımlar şiddete meyillidir ve insanın itibari değerlerinin üzerinden hınçla geçer. Savaşın yaşandığı yerde kadınlar ve çocuklar sadece acı çekmekle kalmazlar, güçler arası çatışmanın simgesi de yapılırlar. Çocuk, toplumun masumluk kadar geleceğini temsil ederken kadın çok daha dipte adına mahremiyet denilen zarın göbeğinde durur. Ve savaşan taraflar önlenemez şekilde mahremiyet zarına damlatılmış kadın ve dişilik üzerinden muhatabını zayıflatıp küçük düşürmeye, sinirlerini yıpratıp akıl dışına çıkarmaya yeltenir. Akıl dışına çıkan, soykırıma kadar gidecek bir dizi çılgınlığa kadar ilerler.
İnsanın kurduğu bütün yüceltme söylemlerine ihtiyatla yaklaşmak lazımdır bu yüzden. Hele kutsal adına yola çıkma iddiasını taşıyanları özellikle mercek altına almalı. Birbirini mesh ederek değil yok sayıp düşman ilan ederek ilerlemeye kalkışan her kutsal post, sonunda içinde taşıdığı vahşeti dışa vurur.
Öykücü beyin olarak insan, gerçeği işine geldiği şekilde sapıtmaya, oradan simgeler yaratmaya, simgeyle gerçeği yer değiştirip türlü türlü yollara sapmaya teşnedir. Onun antropolojik yaraları kolay kolay kapanmadığı gibi eksiğini sevmeye,mülkiyet edinip mitler yaratmaya da hayli düşkündür. Güç istenci onun onulmaz açığıdır ve varlıksal niteliği de en arı şekilde onu ele geçirdiğinde berraklaşır. Bu berraklaşmada, cinsiyetler içinde, kadın ile erkek arasında gidip gelen doğasal ilişki son derece karmaşık ve bir o kadar da anlamlıdır. Tabiatla geçirilen kadim sürecin sonucu elde ettiği kas gücünü zamanla tecrübeye, bilgiye, yetmedi politik üstünlüğe dönüştüren erkek, kadının cinselliğini gerçekliğin ötesine götürerek simgeleştirir, onu dokunulmaz zar hassaslığına indirger,sonra da mutlak hükümdarlığının mağaramsı ilkelliğinde bir tür ilk ateşe dönüştürür. Kadına hükmetmek ve onun mitsel simgeselliğinin mülkiyetine konmak topluma doğru açılacak isteklerin âdeta bayrağı yapılır. Kanın erotizmi kadın bayrağına renk olur.
21. yüzyılda her ne kadar cinsiyetler başta olmak üzere bütün geleneksel değerler yerinden edilip parçalansa bile kadim simgeler hala kolaylıkla bölünme ve toplumsallaşma gücüne sahiptirler. Batıda bile kadının görece ileriliği en çetin ayrıntılara gidildiğinde eskinin bir yığın tortularına sürtünmeye, lav taşlarının benekli keskinliğinde kolayca kanamaya başlar. Nitekim 2. Dünya Savaşı sonrasında özellikle kadınların, annelik ve doğurmaya dair yürüttükleri başkaldırılar erkeklerin savaş görüntüsü altında sergiledikleri nitelikli kıyımın da altını çizer. Uygarlıkları sadece yarıştıran değil aynı zamanda ayrıştıran noktadır kadına bakış. Ve ne yazık ki hiçbir uygarlığın alnı ak değildir bu konuda. Tanrısal simgeler bile sonuçta erkek aklın niceliksel egemenliğinden ve bu egemenliğin yarattığı patolojiden mahrum kalmaz. Böyle olunca da travmatik döngüsellikbir şekilde hep karşımıza çıkar.
Bu bağlamda elinde silah tutanların çocuğa ve kadına yaklaşımlarını simgeleyen fotoğraflar sıklıkla dolayıma girer son yüzyılda. Aylardır insanın bütün damarlarını tıkayan, ruhunu burka burka yaşama şevkini tüketen Gazze’deki kıyıma dair pek çok dayanılmaz görüntüyle karşılaşırız. Özellikle çocuklar üzerinden ölümün şehvetli pornografisi canımıza sokulan resimlere bürünür. Fotoğraf, bu durumu yerellikten çıkarıp küresel akışıklığa kavuşturur. Çocuklar bir halkı geleceksiz bırakmanın şehvetiyle hayatın toprağından körpelikleriyle sökülürler durmadan. Yetmedi mücehhez dört İsrail askeri, Gazze’de yıkıntılar arasında kırmızı bir kadın iç çamaşırıyla poz verirler mesela. Yüzlerindeki sakin ve anlamlı zafer tutkusu yavaş yavaş zamanda salınımlanmaya, sonra da insan denilen varlığın büyük hikayesini anlatmaya yönelir. Resimdekiler gülseler fotoğraf bu kadar etkili olmayacaktır. Âdeta ağız ifadelerinin durgunluğu arasından bambaşka bir şeyi fısıldarlar. İçlerinden biri işaret parmağıyla iç çamaşırını objektife gösterir. Zaferin değil, kadın adına kutsanan kutsal zara dokunuşun ifadesidir bu. Zafer takı kırmızı saten bir iç çamaşırının içine sonsuzca dikilir.
Hangi kadına ait olduğunu bilemeyeceğimiz bu iç çamaşırı ele geçirilmiş bir düşman bayrağı hüviyeti kazanmakla kalmaz ‘düşürmenin pornografisi’ olur. Antropolojik ışık Sokrat’ın mağarasına bir kez daha yansır. Bu fotoğraf dünyanın insan buzuluna dönüşmeden önce dişleri bulutlardan kanatıla kanatıla sökülmüş bir halkın bayrağına tecavüz olarak kalmaz, onlarca yıldır acı ticareti yapan ve soy kütüğü, suçtan ve kötülükten kurtulamayanların yeryüzünde yaşayanlara gösterebilecekleri aşağılık anlardan birisi olur.
Savaş ve onun simgeleri aradan çekildiğinde sadece bir nesne olan iç çamaşırının fiziki gerçekliği saptırılamaz. Basit gerçek ancak simgeleştiğinde hikâye ilk cümlesinden kanar. Paganizme yolculuktur bu. Onun için böylesi fotoğrafların, dünyanın bütün yeraltı mağaralarına asla kaybolmasın diye ölümsüz boyalarla çizilmesi gerekir. Sonunda devletler devletlerle savaşıp barışır, tüccarlar gemilerini o limandan bu limana şevkle sevk ederler. Paganist tutumların kadın simgesi üzerinden bizi götüreceği nihai sunağı görmek zor değildir.