Evrensel nitelik kazanmış Osmanlı sanatında alttan alta bir Ayasofya’ya imrenme ruhu barınır. Mimarlık söz konusu olduğunda mesela, Mimar Sinan dahil bütün ustalar, Ayasofya ile yarışırlar. Hatta büyük mimarın en büyük emeli mimaride ilkin Ayasofya’nın kubbesinin çapını yakalamak sonra da onu aşmaktır. Sanat tarihçileri, sanatı şiirle atbaşı giden ulu mimarın bu emeli yakalamasına ramak kaldığını ama yetişemediğini söylüyorlar. Ki bu emel, sanat iddiası taşıyan bir topluma hala kök değerindedir. Burada önemli olan bir uygarlık anlayışının kendisinden önceki bir uygarlık eseri karşısında komplekse kapılmadan onunla yarışa girişmesi, ondan etkilenip beslenme özgüvenini taşımasıdır. Hatta özgürce onu kendisine gelenek yapabilmesidir. Ayasofya’nın dört köşesine minare dikmenin sembolik değeri olabilir ama tevarüs ettiğin bu gelenekten yola koyularak ne yarattığındır mühim olan. Çünkü yaratıcı dönemlerde gelenek asla ölmüş ve bitmiş bir olgu olarak kabul edilmez. Pagan tapınaklarının üstünde kiliselerin onun üstünde de camilerin yükselmesi salt iktidar fikri ile açıklanamaz. Bu yüzden sanat eseri kuru kuruya taklit edilmez ancak örnek alınır. Bir kat daha yükselmenin kaynağı kabul edilir.
***
Benzer bir durum klasik divan edebiyatımız için de geçerlidir. Türkçe, en azından 10 ile 15. yüzyıl arasında, Arap ve Fars kültürünün basıncı altında bocalar ama 15. yy’a eriştiğinde kendi özgünlüğünü çoktan ilan eder. Dilin yaratıcı hamlesi idari ve sosyal sistem yanında zihniyet dünyamızı şekillendiren bir dizi faaliyetle örülür. Özgün tasavvuf anlayışı, ekonomik sistem de dahildir buna. Eğer Türkçe alttan alta Şehname, Leyla ile Mecnun hatta Ömer Hayyam ile yarışmasaydı, onları gelenek edinmeseydi, taklidi olmaktan öte gidemeyecek, Osmanlı uygarlığının çok katmanlı meczedici karakteri ortaya çıkmayacaktı.
Gelenek meselesi her devirde daha çok bir savunma maskı olarak da kullanılır. Aslında Batı’da da, edebiyatın içinden değil eleştiriden doğar bu kavram. Ne var ki her zaman gelenek kaçınılmaz olarak dilde mündemiçtir ve toplumun gücü bunu keşfe bağlıdır. Onu ölü bir savunma zırhı olarak kullandığında toplum, onunla birlikte kendi taklidine benzeye benzeye yok olur. Taşlaşır. Kurur. Ölür. Tek telli sazdan ileri gidemez.
***
Tembellik yanında bir dizi ideolojik gerekçe ve türlü kompleksler ile bezenmiş gelenekçilik, politik hayat dahil kültür sanat alanında da bir şey üretememiştir uzun süredir bizde. Böyle gelenekçilik ister devlet eliyle ister farklı toplum grupları tarafından benimsensin bir tür yer gösterme ve yer kapma faaliyetinin dışına çıkamamıştır. Söz gelimi devlet eliyle yıkılan İbrahim Paşa Sarayı ile güya gelenekçi/ muhafazakar kitlenin oyuyla iktidar yürüten Demokrat Parti’nin İstanbul tasarrufları sonuçta aynı vandalizme çıkar. Yıkmak yanında şuursuz bina etmek de gelenektir bu zihniyet için.
Nicedir şehirlerimizin tepelerine yığılan dini yapılara bakıldığında aynı zihniyet çöküşü/ çökümünü görürüz. Üstelik bu kez yüksek iktidar diliyle mimari/ sanat adına en kitsch adımlar atılmakta, toplum nezdinde yumuşak toprak gibi hazır olan saf duygular kabartılmaktadır. Uygarlıklar kalıcılıklarını şekiller üzerine değil esaslı nedensellikler üzerine kurarlar. Zihniyet dünyasını kitsch algı bir kere sardı korkmalı. Ökse otunun, arsız sarmaşığın bir süre sonra sarıldığı ağacı ortadan kaldırıp yok etmesine benzer geleneği kitsch ile ekşitmek. Dışarıdan bakıldığında ayakta, yemyeşil ama içi kurumuş bir kütle görülür. Yine yeşidir gördüğümüz, parlak ve canlıdır ama ağaç yoktur. Çünkü asıl gelenek ağaçtır.
***
Kolay değildir aynı şekilde bugün kendisi başlı başına bir gelenek olan modern edebiyatımızın bu bağlamdaki macerası da. Kim ne derse desin saf taklide değil yaratıcılığa koyulduğu için son iki yüzyıllık Batılılaşma maceramızın en evrensel tarafı oldu edebiyatımız. Kime ve neye karşı? Hem devlete hem de kör gelenekçiliğe. Muallim Naci’nin ruhu büyük gelenekçi Yahya Kemal’in yaratıcılığı ile gömüldü mesela. Ama edebiyatta oldu bu. Zihniyet dünyamızda değil. Gerilim biraz da bundan.