Politik kavgaların zirve yaptığı günlerdi. Turgut Özal’ın beklenmedik ölümü zaten gevşemiş dengeleri altüst etmişti. 12 Eylül darbesi generalinden sonra sancılı bir şekilde Çankaya Köşkü’ne çıkan Özal, partisinden ayrılmış ama bir türlü kopamamıştı. Anap karışıktı. Mesut Yılmaz, kongrede başkan olmuştu. Özal ile anlaşamıyorlardı. Muhalefet ayaktaydı. Sonunda erken seçim kararı verilmişti. Türlü vaatlerle seçimlerden birinci çıkan Demirel, gazetelerin manşetine keyif kahvesi içen fotoğrafla yansımıştı. DYP- SHP koalisyon hükümeti kurulmuş ve başbakan sıfatıyla Demirel sık sık ‘Çankaya’daki zat’ tabirini kullanmaya başlamıştı eski çalışma arkadaşı için. İşte o zat beklenmedik şekilde hayattan ayrılmış, cumhurbaşkanlığı makamı boşalmıştı. Demirel ne yapacaktı? Politik ikbalinin son noktasına varmaya bu denli yaklaşmışken şapkasını alıp dönecek miydi? Bu soruların yoğunlaştığı bir günde Süleyman Demirel, parti grubunda yaptığı konuşmayla adaylığını açıkladı. Adaylık gerekçesi olarak kullandığı bir cümle özellikle dikkatimi çekmişti; ‘Memleketin garip kişisinin haklarını korumak için aday oluyorum.’ Demirel, kelimeleri şaşırtıcı şekilde yan yana getirmiş ve yine muğlak bir ifade oluşturmuştu. ‘Kendim için bir şey istiyorsam namerdim’ paradigması bir yana, asıl açıkta kalan ve tam karşılığını arayan ifade ‘garip kişi’ idi. Bu ‘garip kişi’ tabiri de nereden çıkmıştı? İktidar olma tutkusunun ontolojisini doldurabilir miydi?
***
Her zaman halkın içinden geldiğini vurgulayan ‘Çoban Sülü’ olmaktan yüksünmeyen Demirel’in bir yüzüne elbette karşılık geliyordu bu ifade. Memleketin ‘garip kişilerinden’ birisi olarak doğmuştu ama ‘gariplikten bir an önce kurtulma’ savaşında gecikmemişti. Parlak üniversite öğrenciliği, Amerika günleri, bürokratlık dönemi, dönüşte atıldığı iş hayatı, evliliği ve dönüp dolanıp önüne serilen parti başkanlığı düşünüldüğünde artık garip, gariban değildi. Ama gariplere umut verecek işlevsel bir imaja sahipti. Memleketin garip kişileri bir türlü eksilmiyordu. Eksilmemişti. Bu karlı madeni cumhurbaşkanlığına adaylığını açıklarken bir kere daha işletmişti Demirel. Aslında onun dilinde açığa çıkan, tarihten gelen ‘dirlik düzenlik’ kavramının çağdaş bir versiyonuydu. Bu mesele hiçbir zaman hiçbir politik görüşün dilinden de düşmemişti. Fakir fukaralık, bir ekonomik veri olmanın ötesine geçememişti. Kişiyi bir toplumda erdem içinde yaşatacak temel değerler toplamından söz eden yoktu. ‘Önce aş, iş’ diyordu Demirel. Kendisi ‘memleketin garip bir kişisi’ olmaktan çıkmış, aş ve iş veren konumuna yükselmişti. Öyleyse mesele bir yer değiştirme oyunu muydu yoksa?
Sanayileşme, kapitalizm, sermaye ilişkileri ve bunun modern devlet ile örgütlenme biçimleri, birey ile devletin konumlarını da belirler. Bireyin daha başlangıçta ‘garip’ konumda bulunduğu toplumlarda, onu yönetmeye aday olan organizasyonlar hep bu ‘garip kişinin’ altını çizerler. Doğal olarak, garip kişinin tanımladığı devlet değil, devletin tanımladığı garip kişi vardır. Oysa hiç kimse tek başına garip ve kimsesiz değildir. ‘Garip kişi’ bir dizi sebep sonuç ilişkisinin sonucunda ortaya çıkmış muğlak bir tanımlamadır. Devlet, siyasi partiler, bürokratik ve sivil örgütlenmeler bu muğlaklığı bir türlü berraklaştırmazlar. ‘Garip kişi’ kavramı, her zaman Türkiye gibi, toplumun dikey hiyerarşiyle dizayn edildiği ülkelerde suistimalden kurtulamaz. Nitekim, Süleyman Demirel’in zihni / zihniyetinde de ‘makul bir garip kişi’ kavramı çoktan çizilmiş durumdadır. Garip kişi hiçbir hak ve hukuk talebinde bulunmayan uslu bendelerin küçük bir parçasıdır. Sınırı aşan başka kelimelerle tarif edilir. Aş ve işe razı olması yeterlidir.
***
Biraz olsun duyarlık sahibi birisi ‘memleketin garip kişisi’ kimdir diye sorup çevresini izlemeye koyulduğunda neyle karşılaşacaktır? Vapurda dünyanın dışına çıkmışçasına bulmaca çözen adam olabilir mi acaba o garip kişi? Ya da tıka basa öğrenci dolu bir sınıfta gün boyu matematik dersi veren bir öğretmen? Anlı şanlı devlet hastanesinin en dip katlarından birinde, kanalizasyon kokularının arasında, çaresiz sıranın kendisine gelmesini bekleyen onca insana şifa dağıtmaya çalışan tıp profesörü? Ürettiği ürün elinde kalmış, üç kuruşa sattığı malın parasını alamamış çiftçi? Şunca yıl milletvekilliği yaptıktan sonra ilk seçimde aday olma planları yapan politikacı? Yurt çıkmadığı için özel bir yurt arayışına giren üniversite öğrencisi? İşsiz adam, emekli memur? Duruşma sırasının kendisine gelmesini bekleyen ve niçin yargılandığını bile bilmeyen her hangi birisi? Kim acaba kim? Kimdir bu memleketin garip kişisi?
Bu insanlardan hangisi ile konuşsanız pek çok şeyden şikayetçidirler. Bu şikayetlerin büyük kısmı da günlük hayatın işleyişi ve maruz kaldıkları sıkıntılar olacaktır. Ama ‘o garip kişi’nin kim olduğu, nerede yaşadığı ve tam olarak hayattan beklentisinin ne olduğu yine açıklığa kavuşmayacaktır. O yüzden olsa gerek birer Demirel versiyonu olmanın ötesine geçemeyen ve tıpkı onun gibi devletin mücessem bir suretine bürünenler, yine fakir fukaradan, yetim ve kimsesizden söz edip dururlar, onun hakkını hukukunu korumaktan söz açarlar. Ve bu dil karlılığını hep sürdürür.