İlk gençliğinden beri uzaktan tanırdı onu. Yüz yüze tanışmaları için ise bir süre zaman geçmesi gerecekti. Öğrenci evlerinde kitapları okunur tartışılırdı. O da bu tartışmalarda duymuştu adını. Belli ideolojileri benimseyen gazetelerde zaman zaman görüşlerine yer verilirdi. Uzaktan kavgacı birine benziyordu. Kesin ve keskin fikirleri vardı. Kitleler kesin inançları severler. Toplumlar gibi insanların da deli taylar gibi o yandan bu yana koştuğu dönemler vardı. Geçmişten sıkışa sıkışa, ertelene bastırıla devam edip gelen meseleler birden bir kişinin şahsında bayraklaşıverirdi. Kitle bu bayrağı devralırdı beklenmedik şekilde. Ne zaman sokağa dökülse ne zaman bir burca tırmansa sembolik bayrak önde gider. Yazdıkları, tavırları bir yönüyle ona da heyecan veriyordu ama başka odaları merak edilen bir evdeki diğer kapılara varınca kilitlerle donatıldığını fark ediyordu. O bu odaların her birinden değil de artık bilinmiş herkesin altından geçtiği, önünde fotoğraf çektiği kapının önünde duruyordu. Tutarlılık veya kolaycılık mıydı bu? Tutarlılık da kolaycılık da insanın kendine kalmıştır. Bir insan ne kadar şöhrete kavuşur ne derece kitleye mal olursa o ölçüde artar bu ihtimal. Fakat o çalışkanlığıyla bu ihtimallerin üstünden geliyordu. Bazen son Küllük müdavimi gibi nargilesinin bozuk marpucuna bakıyor bazen elinde bir akıtan dolma kalem Sirkeci’nin oralarda dolaşıyordu. Fakat, her an bir anma toplantısında veya televizyon programında boy atabilirdi. Görünür olmak bilinirlik demek ki onun da kanını kaynatıyordu.
O ise zamanla ilk gençliğindeki adam olmaktan adım adım sıyrıldı. Kişiyi kesin inanç ve kabullerin değil soruların kurup yaptığının ayırdına varıyordu çünkü. Her günü azap gibiydi. Durmadan hesaplaşıyordu. İçinde kapanmaz bir geride kalmışlık hissi vardı. Kütüphanelere, şehirlere, insanlara, kadınlara, kavramlara, kendisine bile geç kalmıştı. Yılmaz bir tabiatı vardı yine de. Ayağı aksasa acıyla yürüse bunu saklamaz yine yola koyulurdu. Yolun uzunluğu seni tüketmeden ilk adımı sen at derdi kendi kendine. Yalnızlığın bir sanat olduğunu söyleyenler yanılıyorlardı. Asıl sanat yalnızlığı alt etmek üzerineydi. O da onun gibi miydi? Şüphesiz hayır. Gün gelip de birebir tanıştıklarında herkes kendi yoluna çoktan çıkmıştı. Onun sadece bir bileni değildi. O da onun bir ilgileneni oldu. Üstelik dışarıdan görüldüğü gibi sert ve kavgacı değildi o. Uyuşmak hazır bir mizaçtı. Aynı yerlere çağrıldılar. Seyahatler edildi. Masalara oturuldu. Saygılı bir tartış vardı bakışlar arasında. Aradaki yaş farkı çok önemli değildi. Onun nice yaştaşıyla sırdaş olmuştu zamanla. Onunla ise hep içeriden bir tanışıklık yaşadı. Çok sık olmasa da aramaları gerektiğinde bir telefon kadar yakındılar. Tekellüfe gerek duymadan kısa zamanda çözerlerdi konuları. Ayrı ayrı şehirlerde yaşıyorlardı ayrıca. Bir kuruluşun sorumluluğu vardı hep üzerinde onun. Böyle olunca devleti yönetenlerle temasları da oluyordu. Onu ise hep geri tutardı böyle ilişkiler. Yüksek ve soğuk kapıların ardında bazı kültürel fısıltılar. Şu mümkün bu imkansız diyalogları…Neler! Neler!
Şu hayatta ne olup bitmez neler gelip neler geçmez hangi köprülerin altından hangi sular akmaz? Herkesi kendi haline bırakırsınız zamanla. Kendi meşguliyetiniz size yeter. Geçmişi ise bir şekilde gözler durursunuz. Yaş aldıkça her şey daha bir göz önüne gelir. Tecrübe bakış ve karar süresini azaltır kanaatleri berraklaştırır. Kültürün bir esas olmaktan çıktığı sanat ve düşünce insanının bir dolgu malzemesine indirgenip de politikacı denilen kademe tipin parlatılıp yüceltildiği zamanlarda geçmişin eleğini ele almanın daha acı verici tarafları olabilir. Ne öğrenci evlerinin tatlı buğusu ne geleceğin ipek duygularla örülüşü…İnsanlar niyetleriyle saf kalsalar bile tercih ve eylemleriyle başka bir fotoğraf karesine girebilirler. Aslında o hayatı boyunca yaratıcı, birinci sınıf hiçbir şey ortaya koymamıştı. Yaptıkları emek ve sabırla oluşmuştu. Envanter değeri elbette vardı. Onun ise bütün varlığı özgünlük ve yaratıcılığa adanmıştı.
Bir gün bir gazetede bir fotoğraf gördü. O bir süredir hastanedeymiş. Ciddi sağlık sorunları varmış. Bir grup eski ve yeni tanıdığı onu ziyarete gitmiş. Ziyaretçiler gülümseyerek poz vermişler. Daha çok orada olmanın ve onunla fotoğraf çektirmenin ayrıcalığını hissediyorlardı belli ki. Böyle fotoğraflar çoktur. Orada olmanın duygusuyla değil gelecekte bu resme bakmanın düşüncesi önde durur. Zaten o da fotoğrafı görür görmez onun çaresiz, tedirgin, korkmuş gözleriyle karşılaştı. Belli ki acılar çekiyordu. Kendisini bekleyen sonun ayırdındaydı. Öylesine yapayalnız kalmıştı ki o bakışta geçmişin safiyetini buluverdi. Şu etraftaki adamların hemen hepsi sonradan belirmiş topaklardı. Kısa zaman sonra da o öldü. Fotoğrafı delen bakışı ise ona emanet kaldı.