Sonunda hayat bir kere daha geldi eve dayandı. Nicedir hoyratça onu bir inşaat, bir al sat nesnesine, bir gurur putuna dönüştürenler, coronavirüsün her şeyi alt üst ettiği şu günlerde, bir vesileyle daha durup düşünecekler mi acaba? Kendi felaketlerine taşıdıkları odunla büyüyen bu ateşin içinde kaldıklarını fark edip pişman olacaklar mı?
En temel manasıyla ev, varlığın ve hayatın başladığı yerdir. Dünyaya ev demek abartı sayılmaz. Evlenene bu yüzden dünya evine girdi denilir. Canlılar yuvalarıyla birbirlerinden ayrılırlar.
Dokumacı kuşu ile porsuk, su samuru ile leylek adeta bu varlık hakkını kullanmak için içgüdüsel rekabete girerler. İnsanın ilk yurdunun mağara olması onun içgüdüsel zayıflığıyla ilgilidir ama o mağaradan eve akılla, gözlemle, tecrübe ile çıkar. Fakat mağaranın imge metafiziği her daim canlıdır. Hz. İsa’nın doğduğu yer sonuçta bir mağaradır. İlk vahiy peygambere Hira’ da gelir.
Yedi Uyur sembolizminin rahmi yine mağaradır. Dahası, Tanrı, Hz. İbrahim’e bir ‘ev’ yapmasını buyurmuştur. Ev, dünyanın işaret taşıdır. Antropolojik olanla dinsel olan orada yuvalanır. İmgesel, kutsalla mayalanır. Sonuçta ev, salt maddi bir gereklilik değil yüce bir erektir. İnsan iyi yaşamak için değil varlığını tam kurabilmek için eve yönelir.
Kurdukları medeniyetlerle övünen milletler, bunun en belirgin nişanesi olarak şehirleri gösterirler. Unutulmamalı ki şehrin birimi evdir. İnsanın değerini simgesel olarak ev karşılar. O yüzden, bütün düşünürler, sanatçılar bu şuurla eve bakmışlar, insanın kendi varoluş hakkını ev olarak ne ölçüde dışa vurduğunu ölçmüşlerdir. Alman evi İngiliz, Rus evi Fransız, Türk evi Hollanda evinden ayrılıyorsa bu sadece iklim ve malzeme ile değil eşyaya, zamana ve hayata nasıl bakıldığı ile ilgilidir.
Ne yazık ki, Yahya Kemal, Cengiz Bektaş, Doğan Kuban, Turgut Cansever gibi örnek zihinlerin dikkat çektiği ev, bizim evimiz, çoktan insanın elinden çekip alınmış, şehirlerimiz evsizleştirilmiştir. Evsiz insan çıplaktır. Açıktadır. Toki benzeri yapılar ev yapmazlar inşaat iskelesi çatarlar. Toki, Şar Dağı ile Uludağ arasında ışıyan Bursa’yı düşünmez.
Ve insan gün sonunda hep eve döner. Bu ‘eve dönen insan’ ile döndüğü ev arasında poetik ve zihinsel bir uyum var mıdır? İşte neredeyse yarım asırdır, sadece kentlerde değil, küçük yerleşim yerlerinde dahi bir evsizlik olgusuyla başbaşa yaşıyoruz. Türkiye evi yıkılmış bir ülkedir. İnsanlar hem içgüdüsel hem de manevi bağlamda evi arıyorlar ama ona bir türlü varamıyorlar. Maddi gücü olana ait bir ontolojik ayrıcalıkmış gibi aramızda dönüp duruyor ev. İnsanın bütün cabası onun maddesine erişmeye indirgeniyor. İnsanlar evlere yaşamak için yerleşmiyorlar, adeta tıkılıyorlar. Tıkıldıkları delikte üzerlerine doğacak bir şafak bekliyorlar.
Koronavirüs ile mücadele ettiğimiz şu günlerde, evde kalmak çağrısı yenilenip duruyor. Doğru, ev, şu anda en sağlıklı korunak. Peki hangi ev ve kimin için? İnsanın, toplum çoğunluğunun, en tabii hakkı olan, insanca yaşayabileceği ve düşlere dalabileceği mekanlar mı bu ‘beton kutucuklar’. Böylesi zor zamanlarda, oturup asıl meseleleri düşünmeyecek miyiz? Tabiatın, hayatın, kaderin, Tanrının bize sunduğu adeta son düşünme, akletme imkanını kullanabilecek miyiz?
Bu günlerde evde evi düşlemek, kendimiz kadar hayata bakışımızın rengini de değiştirecek. Verili olan bize dayatılan hemen her paradigma iflas etti. Şehirlerin şehir evlerin ev olmadıkları bir kere daha anlaşıldı. Ekmekten suya kadar temel yaşam elementleriyle ilişkimizi gözden geçirmek için evde kalmak kaçırılmayacak bir fırsat. Yeter ki tarih, insan tekinin üzerine bir yangın olarak çökmesin, toplumsal bilinç entelektüel şuurun evi olsun, olabilsin.