Doğa insanın değil, insan doğanın parçasıdır. Ve bu düşünce bizi sonunda kimin kime karşı efendi olacağı tartışmasına götürür. Tecrübeler göstermiştir ki insan ne kadar doğaya yaklaşırsa o kadar medeni bir varlık olarak kalmakta ne denli ondan kopup onun tabiatına aykırı davranırsa o ölçüde şiddete yönelip barbarlaşmaktadır. 21. Yüzyılda şiddet estetik ve saklı bir kavramdır doğa ve insan ilişkileri kapsamında.
Eski medeniyetlerin bir özelliği de tabiatla kurdukları ölümsüz uyum kabiliyetidir. Bu bağlamda evi düşünmek, evi kurmak ve bunu yaparken de hep doğayı akılda tutmak kadim ruhsal konumlanışımızla ilgilidir. Kendisini doğanın bir canlı süreği gören insanlık anlayışı uzun vadede sadece insan türünün değil bütün canlı ve cansız varlıkların da manevi güvencesidir. Ev doğayla kurduğumuz esaslı etkileşimin ilk ve en estetik formudur ve insan buradan adım adım şehre ve en sonu da kültür dediğimiz atmosfere çıkar.
Biz son bir yüzyıldır evi kurmakla değil yıkmakla meşgulüz. Anadolu coğrafyasına adım atalı beri burada tutunmuş bütün kültür ve medeniyet tortularını komplekssizce benimseyip kendisine dönüştüren yaşama anlayışı, son atılımında ev yönünden de tökezlemiş ve bir türlü ayağa kalkamamıştır. Hangi inanç, hangi felsefi düşünce olursa olsun sonunda mekana ve zamana bağlı kalarak kendisine özgü somut bir yaşam biçimi edinmek durumundadır. Türklerin ev meselesindeki çoğul zenginliği bir yandan uyum kabiliyetiyle ilgilidir ama asıl kilit konu doğadır. Rüzgarı, toprağı, suyu, ateşi, kuşları, ağaçları, zamanı, mekanı, görülüp görülmeyen her şeyi Tanrı’dan bir emanet gören ve attığı her adımı buna göre hesaplayan bir toplumun elbette özgünlüğünden söz edilebilir. Türk evi teknik bir toplam değil sonunda ontolojik, estetik, felsefi ve doğal bir göstergedir. Bina yaparken ağaçtaki kuşun yuvasına düşecek gölgeyi hesaplayan toplumların şiiridir ev.
***
Evi bir arsa, parsel, demir, çimento, tapu, kadastro meselesi olarak gören rakam kafalı adamların barbarlarla yarışırcasına İstanbul başta olmak üzere Anadolu’ya yayılmış ev mimarisini ve onunla peteklenmiş yaşam felsefesini görmezden gelip yuva, ocak, yurt da sayılan evin, sokakların ve şehirlerin yıkılmış olmasını sadece sosyolojik sebeplerle açıklayamayız. Nahid Sırrı Örik’in yazdığı İstanbul yazılarını bir kere okuyan vicdan sahibi bir entelektüel yıkımın felsefi karakterinin nerede düğümlendiğini kolaylıkla sezebilir. Ev deyince bugün apartman dairesini anlayan sıradan insanın ruhuna sızan ve onun özünü boşaltan doğa anlayışı şairler, sanatçılar ve kültür adamları tarafından sezilmiş ve yazıya dökülmüştür ama kulaklar, gözler değil gönüller ve vicdanlar kör ve sağır olduğu için bu uyarı karşılıksız kalmıştır hep.
Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Turgut Cansever, Samiha Ayverdi, Uğur Tanyeli, Doğan Kuban, Refik Halit, İlhan Ayverdi, Cengiz Bektaş, Beşir Ayvazoğlu, Dücane Cündioğlu gibi nice sanatçı, yazar ev meselesine eğilip içine düştüğümüz çıkmazı yorumladılar. Ev’i çözmeden, şehri düşünemeyeceğimizi, şehir olmadan da kültürden söz açılamayacağını doğrudan ve dolaylı yollarla ifade ettiler. 2. Yeni dahil sonrası bütün yetkin şairler insan özünden çıkarak evi tartıştılar. Haldun Taner’in ünlü Keşanlı Ali Destanı, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ı bile sonuçta eve çıkar ama sanattan eğlenceyi anlayan bir toplumda yol almak her zaman kolay değil.
***
Bugün maddi durumu biraz olsun imkan veren kimseler evlerini doğayla uyumlu hale getirmeye çalışıyorlar. Bahçesi, içinde ağaçları, etrafta kuşlar, havası da temiz olsun istiyorlar. Bu doğanın bir parçası olma fikrinin dışa vurumudur sonuçta. Ancak, ev hakkı madde ile değil doğrudan ve sonuna kadar insan olmanın köküyle ilgilidir ve adalet düşüncesi tam olarak ‘ev’den başlar. Burada Proudhon’un Mülkiyet Fikri kitabını anmanın tam zamanıdır. Hırsızlık ilkin ‘ev’in çalınması ile başlar. Evimiz çalınmıştır. Buradan başlayalım.