Yine ağaçlar altına oturdum. Akasya, sakız ağacı, çitlembik, defne, meşe ve birkaç arsız sarmaşığın ne olduğunu sakladığı gövde, sade bir kendiliğindenlik içinde bahara baş uzatıyorlar. Kiminin dalları parmak uçlarından çoktan yaprağa durdu. Savaş naralarını bazen tek bazen koro halinde savuran karga gaklayışları arasında sayılamayacak kadar ince kuş sesi geliyor kulağıma. Çalı bülbülü, kaçak papağan, ürkek serçe, yere konmaz kırlangıç, şaşkın sığırcık ve daha nicesi. Sanki görülmez gagalarıyla onca kuş vaktin teline dokunuyor, yaşamanın akordunu yapıyorlar. Tabiat yekten bir musiki olarak saklanıyor.
Arada bir hemcinsine rastlamış bir çift köpek hırlaşıp oynaşıyor, ağızları zevkten açık hızla kayıp geçiyorlar önümden. Onu fark ediyorum sonra. Bir geleneksel oluş efekti gibi orada duruyor. Uzun ve gururlu çitlembiğin yüksek bir dalına konmuş bilgiç karga, sanki beni gözetliyor. “Aklından geçenleri okumadığımı sanma. Sakın şu canlı yapraklarıyla saltanat iddiası güden sarmaşıklara da inanma. Nice aşık onun ışığına böyle düştü de sonra perişan oldu. Kuş neslinin düşmanı avcı ve diğer yırtıcılar ise eğer, ağaç neslinin de bu aşk iddiası taşıyan gövde ve yaprak yiyicilerdir. Sen insansın, sizin sarmaşığınız ne onu da sen düşün!” Aşk diyecek oldum, kendimi tuttum. Bizimkisi; “Gördüğün her güzel ve cezbedici şeyin arkasında bilmediğin bir kötülük barınabilir” dedi sanki ve gaklayıp uçtu uzağa.
Bu sözlerdeki bilgiçliği selamlarcasına ileride nehir gibi akan denizin üstünden yelkovan kuşları geçiyor. İlk ada vapuru çoktan süzülüp geçmiş olmalı. Belki birazdan hır hır sesleri çıkararak karşı vapur da belirir. Balıkçı motorları belli ki sığınaklarına döndüler. Nasip ne yazdı acaba bugün defterlerine? Ya o müziği sonuna dek açıp da sabahın körünü batsın bu dünya diye ortalığı çınlatan adam!
Bunları düşünürken biraz da kendimi oyalama derdinde olduğumu fark ediyorum. Denizin ufkunda dallar arasından parça parça sezilen Ayasofya ve Sultanahmet kubbelerini sırtlayıp götürüyormuş gibi gözüken bir şilep ağır ağır kayıyor. Oysa benim aklım asıl onlarda. O iki erguvan ağacında. Bunca ses ve görüntüden kurtulup onlara yaklaşmak derdindeyim. Kaç gündür iyiden serpilip gelişecekleri mor kaftana bürünüp yürüyecekleri günü bekliyorum. Bazı sosyal medya paylaşımlarından kimi erguvanların bu hevese çoktan büründüklerini görüyorum ama İstanbul’da her erguvan şahsidir. Boğaziçi’nin erguvanı ayrı Salacak’ınki farklıdır. Moda’da kendileriyle şunca yıldır ünsiyet kurup gönül düşürdüğüm erguvanlar var. Üstelik bir mevsimlik değil onlara duyduğum iştiyak. Yaz kış önlerinden geçip selamlarım. Hal hatır sorarım. Gövdelerine dokunur sessizce beklerim.
Az kaldı. Bir kaç güne dek bizimkiler de şiir gibi bir kez olan ve asla kendisini tekrarlamayan hallerine bürünecekler. Diri ve mor memeli çiçekleri dünyaya uzatacaklar. Bir ebedi gençlik ruhunu telkin edercesine, en azından Roma, Bizans ve Osmanlı çağlarını aynı anda güncelleyip idrak edercesine bugüne, hayatıma girecekler. Ne imparatorluk, ne krallık ne de sultanlık umurlarında olmayacak. Boynu vurulmaya yazgılı prens ve şehzadeler olarak ömrün tekrarına bir sıradışılık olarak dokunup geçecekler.
Erguvan bazı ağaçlar ve çiçekler gibi sünük, sağmal, bohçacı bir tür değildir. Ne züccaciye dükkanına girer ne keresteci deposuna sığar. Mimoza gibi çiçekçi kovalarında müşteri beklemez. Onun bunun eline düşmez. Meyveleri veya kabuklarıyla tüccarın veya midesi boşalanın iştahını kabartmaz. Süs ağacı yetiştirmeye düşkün hanımlara, beylere umut vermez. Neredeyse sıradan ve çalıbudaktır. Ne gölge vaat eder ne de kütüğünde sönmez ateş saklar. O bir, biricik ve kendisi olmanın halinde, soylu ve şiirseldir. Yan yana gelmekten hoşlanmadığı gibi uzun süre konuşmayı da sevmez. Ömrün faniliğine bir anlık ölümsüzlük dokunuşudur. Şehrin ve tabiatı bir seferliğine yıldırım aşkına tutulur.
Onları bekliyorum. Bu telkini, başka hiç bir ağaçta böylesine açık patlamayan mor çağıltıyı dinlemeye ihtiyacım var. Bu ağaçlar da yakında salkım saçan yaprak donanacak. Gölge salıp çiçeğe duracak. Denizin rengi gün gün değişecek. Bir tekrar ve benzeşlik alıp başını gidecek. Ama erguvanların şiirini tekrar duymak için ömür olursa bir yıl daha beklemek gerekecek. Ben bir yıldır onları bekliyorum. Hep bekleyeceğim…