İranlılar ile Türkler (veya başka bir Doğu milleti) mübalağa yarışına girmişler. Enbüyükçülükte öne geçmek için bir taraf; ‘biz öyle güzel ve uzun bir kabak yetiştirdik ki ucu sizin sınırınıza kadar dayanıyor’ demişler. ‘Oooo bu da bir şey mi, biz öyle güzel ve büyük bir cami yaptık, o camiye öyle uzun minareler diktik ki, ustalardan biri, alemi takmak için tırmandığında elindeki keseri düşürmüştü, bekleriz hala yere düşmüş değil’ cevabını almışlar Pers mirasçılarından. Hikayenin devamı var mı bilmiyorum ama her hatırladığımda Doğu’nun iflah olmaz ölçüsüzce kendisini sevme, beğenme hastalığını düşünürüm. Özgüven elbette çok kıymetli bir duygu ama değere dayanmayan, eleştirellikten uzak ve kavramsallaşmamış her sevgi hep sorunludur ve nesilden nesile ölmez kök gibi aktarılır.
***
Lise yıllarımda bedenen zayıf ve ince bir yapım vardı. Bir gün sınıfa, boyu 1.65’i ancak bulan bir asker girdi. Girmeden önce uzun boylu ve yapılı, ismi Muzaffer olan arkadaşımız bütün koridoru titretecek ses tonuyla ‘dikkatttt…’ diye bağırdı. Muzaffer’in boyu ile sesi kendiliğinden bir mukayese oluşturmuştu. Benim dudağımın sağ üst yanı gülme istemiyle kasıldı. Sanırım 1.65’lik adam bunu fark etti. Geldi, omzumu kararlılıkla ama aşağıya bastırarak sordu; ‘Atatürk kimdir?’. Bu, 12 Eylül Darbesinin hemen sonrasında, kışlalar dahil bütün liselerdeki milli güvenlik dersinde öğretilen, ‘En büyük Türk, En büyük komutan’ diye başlayan sıfatları, soluksuz ve mermi gibi say demekti.
Niye şaşırıyorsam, ki hayat hayret ile şaşırma arasında gidip gelmektir işte. Edebiyat dünyasında da bazıları ikide bir çıkar, üzerine vazifeymişçesine ‘en büyük Türk şairi’ falandır yolunda yazılar yazar. Dergiler ‘en büyük romancı’yı seçerler. Öteden beri, Akif mi büyük şair yoksa Fikret mi, Nazım Hikmet mi yoksa Necip Fazıl mı yaygarasına hep muhatap olduk. Zaman zaman güncellense de bu hastalık eskisi kadar taraftar toplamıyor. Ancak, çağını ıskalayıp da yeni değerlerden bihaber olanlar üstelik hiçbir kötü niyet taşımaksızın bir yeni keşif yapmışçasına aynı soruyla geri dönerler: ‘En büyük Türk Şairi kim?’ Yazılarını özenle okusan içinde bir değer ve özgünlük yoktur. Sadece sevgisini dışa vurmak ya da kızdıkları karşısına bir mask yapıp o ismi yüceltişleri vardır. Dünyanın pek az ileri (!) toplumunda çağını ıskalayarak geçmişe doğru ve enbüyükçülükle sevmek hastalığı vardır. En büyük padişah, en büyük romancı, en büyük gazeteci, en büyük öykücü, en büyük eleştirmen, en, ennn en büyük adam. Böyle sözlere dikkat edin, içlerinde yarına kalacak en minik bir öz yoktur. En bir sıfattır niteliği belirlemez.
Bir kere enbüyükçülük hastalığına kapıldığında bir toplum, bir birey tek başına ayakta kalamaz, kendisini bir değer ve merkez olarak göremez. Bütün varlığı, cemaat, cemiyet, grup, çete, sınıf içinde anlam bulur. Ayrıca, dünün inanç, ahlak, tecrübe ve kültürle kristalize edip hayata yaydığı ‘biz’ düşüncesinin harcanmasıdır bu. Bir paralaks halinde akar yaşamak böylece. İçlerinden birisini parlatıp, en büyük sıfatıyla yüceltirken, topluluk ve değer görüntüsü altında, aslında lime lime olmuş bir dökülme yaşanır. Yazar, düşünce adamı, şair aslında yapayalnız bırakılır bu yöntemle. Sporcular çılgınca alkışlanır, hocalar akıl dışı yollarla her şeyin bilicisi ünvanına kavuşturulur.
***
Üstte helikopterler, önde polis eskortları, arada güvenlik bariyerleri, trafiğe kapatılmış sokaklar, çakarlı arabalar, bir şaşaa, bir alkış, bir çığlık şenliği altında ülkenin her köşesinde tekrarlanan görüntülerde de, insanı, asıl vasfı değer olan insanı yücelterek linç etme duygusu yatar. Trajik olan kimsenin dışarıya çekilip, uzaktan bu manzaranın ruhuna bakamayışıdır. Daha da vahimi bu düzeneğin bir parçası olmak için can atmasıdır. Enbüyükçülük bir tarihsel hastalıktır, ya da...