Yürüdüm. Çoktan parsellenip inşaat alanı olarak ayrılmış ve belki de son kez ayçiçeği, arpa ekilmiş tarlaların arasından geçtim. Toprak olduğunu bir daha hiç hatırlamayacak bir tarlanın hüznünü düşündüm. Böğründe demir ve betondan kazıklar oturacak artık onun. Üst üste, çeneleriyle dün kesilen kurbanlardan kemikler, sakatat parçaları taşıyan köpeklere rastladım. Her canlıda bir ganimet bulma duygusu var sanki ve hemen hepsinin yüzü bir başka şekle bürünüyor böyle hallerde. Bir an önce güvenli bir yer bulmak ve doymak isteği gözler dahil bütün uzuvlara yayılıyor. Köpeklerden biri kanlı ve kararmış dalak parçasıyla birden arpaların arasına daldı diğeri ise gayet mağrur kutsal bir yükü taşırcasına hızla uzaklaştı.
Bu arada yüzüme birkaç iri yağmur damlası indi fakat arkası gelmedi. Ucu denize kadar giden dere boyunca yürüdüm. Su üstüne yeni asma köprüler yapılmıştı. Tenhalığı seviyordum ama bayram sebebiyle her yer daha bir boştu. Erkenci esnaflar ortalıkta yoktu. Ne elindeki su hortumuyla etrafı yıkayan birisi ne de tezgahının tozlarıyla meşgul gözleri mahmur başka bir erkenci. Biraz daha yürüdüm. İleride açık bir çorbacı vardı. Önünde yabancı plakalı birkaç araba park etmişti. Sanki kırk yıl önce buradan göç etmiş de baba yadigarı mekana sabahın bu saatinde çorba içmeye dönmüşlerdi. Onlardaki neşe ve yaşama isteği içimde birden sıcak çorba duygusu uyandırdı. Tereddütsüz girdim içeri. En az on çeşit çorba. Gördüğüm halde ‘işkembe var mı?’ diye sordum. ‘Olmaz mı buyrun dilediğiniz yere oturun’ dediler. Limon, kekik, bir gıdım pul biber. Al sana sabah sürprizi! En son kaç yıl önce böyle bir şey yapmıştım?
Çorbayı zevkle içtim. Parasını ödeyip çıktım. Sahil boyuna kuruldum. Benim gibi yürüyenler eksik değildi. Karşıdan camekanlı seyyar bir arabayla sessiz bir adam geliyor. Tertemiz önlüğünü takmış. Camekanın içi poğaça dolu. İhtiyar değil ama genç de sayılmaz. Camda ‘…beyin özel poğaçası’ yazıyor sadece. Başka hiçbir ibare yok. Demek ki diyorum onun bu saatte geçtiğini bilen ve özellikle ondan poğaça satın alan insanlar var. Yüzüne yansıyan temiz teslimiyeti hoşuma gitti. Demek hayat böyle de sakince kazanılabiliyormuş diyerek adımlarımı hızlandırdım.
Yürüyüş yolunun ucundan geri döndüm. Bir iki kişi denize girmiş serinliğe aldırmadan. Etrafta inşaatların artışı gözümden kaçmıyor. Deniz biraz daha kirlenmiş ayrıca. Şimdi hedefim öteki uca kadar uzanmak. Sahilin tam ortasında dev bir ekranda belediye başkanının icraatları dönüyor. Denizle karanın birleştiği yüksek yarda tabiatın oyduğu heykeller görüyorum. Zihnim onları kendiliğinden yontup şekillendiriyor. Şu ön dişi keskin bir fok değil mi? Şu balıkçıya bak? Ya şu öfkeli adam? Ya şu kesilmiş balık kuyruğu gibi çaresiz parça. İşte bu kıyı da bitti. Dönme zamanı. O da ne?
Yağmur hışımla iniyor. Tam yaz sağanağı. Bir çay bahçesinin tentenelerine sığınıp yağmuru, ilerideki mini balıkçı teknelerini izliyorum. İşte nihayet dindi. Ufukta gümüşten bir zaman parlıyor. Yağmura basmak ayrıcalık. Islanmış çiçekler, güller arasından tekrar ona rastladım. Poğaçacı. Yine sessizce semtin içinde, sahil boyunca arabasını sürüp müşteri arıyor. İstemsizce yanına gittim. Versene bana bir poğaça dedim. Peynirli mi sade mi diye sordu. Peynirli dedim. Sıcaktı. Çıtır çıtır. İşkembeden sonra iyi de geldi. ‘El emeği’ dedim kendi kendime. Hayatı karmakarışık ve içinden çıkılmaz kılan hemen her şeyin insanın elinden uzaklaşması. İşte güneş göründü. Yağmur da bitti. Dönüş. Adamın tertemizdi elleri. O eller ne kadar çok hayattan çekildi.