Dün gece bu adamların, bu düzgün kostümlü, yüksek makamlı, sağlam korumalı, fena hat hutlu, dediğim dedik çaldığım düdük dedikli, malları mülkleri hesaba gelmeyen, boyunları kalın, sofraları şen, dünyaları ahiretleri gibi garantili ve sigortalı, her şartta ayağa kalkmaya meyilli, yenilse bile kutsal zaferlere yazgılı, vaktin oğulları ve kızları olmak yanında geleceğin emanetçileri, gemi gemi mal yürütücü, kar ve hesap tutucu, kolektif kötülük sembollerinin diş kıran cümleleri yüzünden yatağım taşlık kesildi diyecektim, dilimi tuttum, zihnimi sürgüne yolladım, sesi net, sanatı ve tavrı yüksek bir şarkıcının şehrin tenha bir köşesine saklanmış billur sesine tutunur gibi kendime geldim. Kendi güftemi kendim yazdım. Uzaktan gelen seslerde teselli aradım. Dünü de geceyi de rafa kaldırdım.
Dün gece değil etin sütün, değil peynirin pastırmanın, değil değil renk renk, lezzet lezzet tropikal meyvenin bir dilim gerçek ekmeğin bedelinin bile artık el yakıp umut kırdığını bir boş defterin ilk sayfasına not etmeye niyetlenecektim. Beşer nisyan ile malüldür, söz uçar yazı kalır bilinciyle yerimden kalktım. Sonra bulgurun makarnanın, balığın bir adet portakalın, bir bardak su yanında bir dal yeşil soğanın da değerinden şikayetçi, insansız kalmanın kemendiyle boyunlarının sıkıldıkça sıkıldığını hayal edip kalemi bir tarafa bıraktım. Denizin tuzu ne derece yabancıysa artık kendisinden kaçan balığa nehrin akışının, nazlı kıvrılışının da öyle yitik olduğunu bildim. Kendimden imtina edip çökecek bir köşe aradım. Başım ellerim arasında kayboldum.
Dün gece bir kitapta okuduğum bir cümle veya şiir yüzünden düzenim bozuldu değil, al, topyekün zaman bana dar geldi diye avunacaktım fakat nicedir has şiir gibi şah edebiyatın, soylu yazının, öykü, tiyatro hatta hatırat yazarlığının boynunun iyice büküldüğünü, muhterislerin, kerameti kendinden menkul menkıbe yazıcıları yanında aleme nizam verip buluta gölge akışı, rüzgara yön bilgisi, harflere uygun adım yürüyüş, duygu ve düşüncelere mutlak itaat telkin edicilerin egemenliği karşısında, sakalı parlak ve uzun, gözleri ışıklı ve sesi muzip bir keçi gibi muhayyel bir kayalığın üstüne sıçrayıp güneşin saltanatlı batış saatinde tesellilerin incisiyle avundum.
Dün gece uzun süredir görmediğim bir dosttan, adı, varlığı, hatıratı, resim albümlerine, solgun mektup satırlarına, izlenip geçilmiş eski film senaryolarına tıkılmış sevgililerden birinin arka bahçede kopan akşam rüzgarı misali dalları, saksıları karıştırdığını, açık kapılardan dalıp perdeleri yokladığını, bir haber gelip de yine bir yerden yatağın yastığın, düşün uyumanın, sabahın ilk anı yanında güne yayılacak yaşama arzusunun yara alacağını vehmedip etimi çimdikleyip bir bardak suya birkaç limon damlası ekledikten sonra ferahlık üzerine akıl yürüteceğimi sanırken, bir kere doğdukları topraklardan söküldükten sonra sadece bağı balkonu değil hafızasının kanalları da ateş kumlarıyla doldurulanlar olduğunu söyleyip oda değiştirdim. Mutfakta oturdum. Buzdolabı denilen aletin ilginç ve dinmez zırıltısına daldım.
Dün gece pizzaya karabiber serptikten sonra zeytinyağlı acı sos yok mu diye sorup da yediği lokmanın buğdayını bir an olsun akletmeyenlerin nüfusunun alabildiğine arttığı bir çağda umutsuzluk nedir diye sorup da cevap bulamamanın çaresizliğiyle yerimde duramaz oldum diye düşündükten sonra dünyanın değişik ülkelerindeki çocukların, gençlerin ve orta yaş her tür meslek ve meşrepteki milyonlarca insanın, doğu halklarında görülmediği şekliyle, soykırım var, çocuklar, kadınlar fütursuzca boğazlanıyor diyerek köprüleri kapattıklarını, meydanları doldurup yollara döküldüklerini göz önüne getirdim ve iyi ki dün gece bütün bunlar benimle oldu, ben onların içinden geçtim diye bir nebze olsun ferahladım, bugüne, bu sabaha daha bir inandım.