Şair Cemal Süreya’ya göre ‘deniz kaçkını bir ulusun çocuklarıyız biz…’ ve bunda Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethi sırasında gemileri karadan yürütmesinin de payı var. Denizyollarının armasının toprakçıl bir çapa olduğuna göz kırpan jest ve humor şairi, o unutulmaz mısrayı patlatıverir: ‘Ama dilimizde yine de en ürpertili kelime deniz’. Denizin ürperti ile yan yana gelmesiyle çağrışım zenginliği iyice zirveye çıkar. Bir kelime tasarrufu ile sonsuza göz kırpmak cins şairlerin harcıdır. Denizin görüntüleri sonsuzdur. Ele avuca sığmaz. Her tür sürprize gebe derinliğinde nice hayat çeşitliliği barınır. Eğer, ürperti yerine korku kelimesini kullansaydı mesela şair, sıradan bir anlama yatırım yapardı. Yahya Kemal’in ‘bin başlı ejder’ dediği deniz bu denli dalgalanmazdı anlamlar ve imajlar arasında. Güzelliğin sonsuz ve uçurumlu katmanları şiirsel açıklığın ortasında ışıyıp durmazdı.
Ne var ki hiçbir anlam ve çağrışım sonsuza kadar canlı kalmaz. Anlamlar, imajlar, çağrışımlar da yorulur, solar hatta ölürler. Denizin yanına, gün gelir ürperti yerine korku kolaylıkla gelir. Daha da ötesi, ruhsal, estetik ve olumlu bir anlam taşıyan ürperti negatif bir alana kayar. Deniz, korkunun tam karşılığına bürünür. Kara peleriniyle sahilleri dolaşır. Türkiye’nin, iki yıldır sürmekte olan pandemi yasakları içinde, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Covid konusunu bir aktüel sağlık konusuna indirgemesi, maske ve yasaklar şablonunda döndürmesi akıl alır gibi değildir. Sağlık, konunun sadece sonucudur ve insanlar hala bizi buraya sürükleyen ana sebep üzerine kafa yormaya yanaşmamaktadır. İnsafsızca tabiatı tahrip eden, onun doğası ile oynayan, bitmez tükenmez çok üretme hırsıyla, ekoloji felaketlerine yol açan kapitalizm ve ortaklarına karşı esaslı bir ses yükselmedi henüz. Ve görünen o ki bugün herkesin derdi pandemi kısıtlamalardan kurtulmak, dün hiç olmamış gibi kaldığı yerden yaşamaya devam etmek. Denize bağlı tatil olanları yapmak. Akdeniz, Ege ve Marmara’nın sularında balıklar gibi şen şakrak, kıvrım kıvrım dolaşmak.
Oysa şimdilerde deniz çoktan söz aldı. İnsan yerine utandı. Midesi kaldırmadı. Kustu ne varsa. Maddi olarak çanları çalarken sembolik olarak en yüksek perdeden uyardı. Müsilaj denilen bir salya serseri mayınlar gibi denize yayıldı. Salya, istem dışı ağızdan çıkan ve daha çok insana yakıştırılan bir kelime. Her durumda bir sağlıksızlık belirtisi ve müdahale edilmeyi gerektiriyor. Gerçi dilimiz geride bıraktığı izden dolayı salyangoz gibi güzel kelime de yaratmıştır ondan. Bazı deyimler çıkarmıştır. Bu kez ise Marmara denizi, salyaya tutuldu. Onlarca yıldır etrafına örülen kötülüklere dayanamadı. Bir iç deniz vasfı taşıması ve iki ayrı denizi boğazlar vasıtasıyla birbirine bağlamasıyla eşsiz varlığımız artık feryat ediyor, gelecek hesapları ile geçmişi unutmak isteyenlere bir şeyler söylemek istiyor.
Barbar orduları gibi kirli köpükleri, maviyi istila eden pütürlü kireç dokularıyla kıyılara diziliyor, denizi ve karayı kuşatma altına alıyor. Adalar başta olmak üzere, İzmit Körfezi, Erdek, Tekirdağ, Gemlik gibi noktalarda gezinen salyalar, biyolojik felaketin dili olarak, korku ile ürperti arasında denizi kemirip duruyor. Türkiye nüfusunun önemli bir kısmı Marmara’nın çevresine yığılmış durumda. Tarım alanları azalıyor, sular kirleniyor, fabrika ve diğer atıklar kontrolsüzce denize bırakılıyor. Fatih’in fetih uğruna karadan gemiler indirdiği Haliç (Marmara’nın altın ayakkabısıdır) bir iç deniz olarak nasıl aynı sebeplerle yok edilmişse, Marmara da inşaat, nüfus yığımı ve üretim iştahı ile hunharca boğuluyor.
Şimdi böyle bir radyasyon sızıntısı yokmuş gibi deniz rezervasyonları yapılabilir, 1 Haziran 2021’den itibaren yasaklar gevşetilebilir, içimizi şişiren günlerde dışarı fırlamak için can atılan müjdeler gelebilir, böylelikle de şiire bakmadan, kelimelerin ürpertisini duymadan, bahara çıkmış taylar gibi gönlümüzce koşabiliriz. Bir ülke kutsallık ve sürekli dış güçlerin orada gözü olduğu söylemleriyle vatan kılınmaz. Oranın dağını, suyunu, kültürünü, toprağını, insanını koruyup yaşatacak akıl, bilgi birikimi, ahlak ve fedakarlık duygusu da gerekir. Denizin salyası bir ürperti olarak yeter.