Ömrümün unutulmaz vakitlerinden birini Cağaloğlu’nda bir akasya ağacının altında Tarık Buğra ile geçirdim. Onunla benim için her yönden sembolik yerde karşılaşmadan önce neredeyse bütün kitaplarını okumuştum. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde devam eden öğrenciliğimi biraz da onun öğrenciliğine benzetiyordum. Benim de aklım okulda değil dışarıdaydı. Üniversiteye büyük heyecanlarla koşmuştum ama ilk ders günü kararımı vermiştim. Buradan bir şey çıkılmazdı. Ne varsa dışarıda vardı. Benim için dışarısı o yıllarda Babıali, Cağaloğlu ve elbette Sezai Karakoç’un yanıydı.
Yine bir okul dönüşü Diriliş’in herhangi bir işini halletmek için Molla Gürani Camii’nin oralardan geçiyordum. Birden bir ağaç ve bir adam dikkatimi çekti. Bir akasya ağacı sanki tek başına ‘Ayakta Durmak İstiyordu’. Oydu. Havuçlu Pilav Meselesi’nin yazarı sessizce akasyanın altındaki bankta oturuyor belli belirsiz bir yöne bakıyordu. Kararlılıkla yaklaştım, ‘Merhaba, benim adım, …yanınıza oturabilir miyim?’ dedim. Bu sakin ve güleç adam ilkin nezaketle elimi sıktı. Uzun parmaklı eli pamuk gibiydi. Bu dünyaya ait değildi sanki. Güven doluydu ve sakindi. Ben Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciyim. Sizin bir okurunuzum. Ders dışı vakitlerde Sezai Karakoç’un yanına gidip geliyor, kendisine yardım da ediyorum, deyince, demek Mehmet Kaplan beyin kürsüsünde okuyorsunuz, öğrencisi oldunuz mu hiç diye sordu. Maalesef yetişemedim. Sezai Karakoç nasıl, Diriliş dergisi yayınlanıyor mu diye ekledi. Yaklaşık bir saat oturduk o akasyanın altında. Bir süre sonra mesafenin aradan çekildiğini, zaman dışı iki genç gibi yan yana oturduğumuzu hissettim. Her Konya’ya gidişimde kiraz bahçelerinin arasından geçerken, Sultan Dağı’nın zirvelerinde biraz da onu aradığımı söylemek istedim, lakin sustum. Bir büyük yazarın an içinde duruluşuna şahit oldum. Duruldukça derinleşiyordu. Bana ev telefonunu verdi, tekrar görüşmek isterseniz arayın dedi. Uzun yıllar telefon defterimde kayıtlı kaldı o numara. Sonra mezun oldum okuldan. Aradan zaman geçti TRT’de çalışmaya başladım. İçimde hep o numarayı aramak ve ziyaret etmek hevesiyle yaşadım. Yazık ki bu heves onun vefatıyla boğazımda kaldı.
***
2018 Tarık Buğra’nın doğumunun yüzüncü yılı. İlk öyküsü ‘Oğlumuz’dan bu yana, Türkçe ve edebiyatımıza dupduru bir dille anlatım yenilikleri katmış, kendisine özgü bir yazı ve kültür atmosferi kurmuş Tarık Buğra yeniden okunmayı ve üzerinde konuşmayı hak ediyor. Devlet Ana-Osmancık, Yorgun Savaşçı-Küçük Ağa paralelinde yapılacak özel okumalar bile onun tarihi hangi bağlamda yorumladığını açıkça ilan eder. Ayrıca Yağmuru Beklerken ve Dönemeç hala Türkçenin en iyi dönem romanları arasındadır. Anadolu’daki sosyolojik ve ekonomik gerilimi ve buna bağlı çok partili hayata geçişi bütün ruhuyla ve canlı tiplemelerle orada yakalayabiliriz. Ayrıca, ‘İbişin Rüyası’ unutulacak romanlardan değildir ve ‘insan yaşar ve yaşadığı zamanda yalnız kalır’ gibi ölümsüz cümleleriyle bütün bir ömür içinizde dolanır.
***
Değerli yazar Beşir Ayvazoğlu biyografi çalışmalarından birisini Tarık Buğra’ya ayırır. ‘Büyük Ağa Tarık Buğra’ adını taşıyan bu biyografide biz onun hayat, karakter ve yazı çizgilerini buluruz. İstanbul ve Anadolu kültürünü yakından yaşayıp idrak etmiş, ayrıca bu idraki Cumhuriyet tarihinin kültürel, siyasi ve sosyal köşelenmelerine kaptırmadan estetik bir çerçeveye oturtmuş önemli bir şahsiyettir Buğra. Bir insan nasıl aşkla ve inatla yazar olur sonra da ne şartlar altında öyle kalabilir bu soruların da karşılıkları var Ayvazoğlu’nun kitabında. Kültür, sanat ve edebiyat bugün değil sıradan insanların yazar ve şairlerin bile etrafında dönmüyor. Oysa T. Buğra bu yönden de canlı bir son taşıyıcı. Bir de keşke anılarını yazabilseydi. Bize ondan böyle bir miras da kalsaydı. Keşke.