Semih Kaplanoğlu yeni bir sinema görüşüyle tamamladığı, ‘Yumurta’, ‘Süt’ ve ‘Bal’dan sonra, yepyeni bir sinema görüşüyle değil ama bambaşka bir yöntemle çekilmiş ‘Buğday’ vasıtasıyla izleyiciyle buluştu. Kadıköy’de, mini bir salonda tek başıma filmi izlerken hayıflanmakla sevinmek arasında gidip geldim. Sevindim çünkü sanat dünyamıza nadir gelen özgünlüklerden birisiyle başbaşaydım. Üzüldüm çünkü, yönetmen son zamanlarda hiç hak etmediği bir sosyo-ideolojik tartışmanın içine çekilmişti. Maruz kaldığı kabalığın yapay kitlesel sahiplenmesi, sanat söz konusu olduğunda boşa çıkıyordu.
***
Yaklaşık yüz yirmi dakika süresince yönetmen bize dünyada kimsenin kayıtsız kalamayacağı bir distopya sunuyor. Genetik olarak zayıf oldukları gerekçesi ile güçlülerin dünyasına alınmayanlar, Nietszche’nin ‘zayıflar yaşama hakkına sahip değiller’ görüşünün de karşılığı gibidirler. Aradaki yakıcı ve ölümcül sınır çoktan çekilmiştir. Özellikle filmin ilk yarısında açığa çıkan evrensel vurgu, Kaplanoğlu’nun doygun çerçeveleri, ritmi ustaca örülmüş kurgusu, atmosferlerin inandırıcı güncelliği, mekan seçimleri, siyah beyaz tonun ütopik duyuruşları ile etkisini pekiştiriyor. Teknolojik alt yapısı oldukça yüksek bir film bu. Kamera hareketlerinin özgünlüğünü de özellikle vurgulamak isterim. Özü itibariyle birkaç katmanlı film ‘Buğday’. Tasavvuftaki seyr-i süluk, Hazreti Musa ile Hızır’ın yolculuğu. Yunus Emre ile Tapduk Emre, Andrei Tarkovsky ile Semih Kaplanoğlu ve belki de Semih Kaplanoğlu ile ismini bilmediğimiz diğer bir şahsiyet arasında geçen, hakikati bulmaya koyuluş. Verili olana baş kaldırış. Bu göndermeler eşliğinde de rahatlıkla okunup-izlenmeye imkan veren bir yapıt ‘Buğday’. Ama entelektüel alt yapısı, tasavvuf ve dinler tarihi bilgisi yanında sinema kültürü derin olanlar için zihinsel bir şölen.
Sanatın bir yüksek soyutlama kadar yüksek sadelik meselesi olduğunu da bilen ve bunu şiire yaslanarak açığa çıkaran bir yönetmen Semih Kaplanoğlu. Esasta şiirden çıkıp gelmesi onun harcadığı değil dönüştürdüğü bir imkan. Behçet Necatigil’in altını çizdiği ‘modern şiirin geçmişe atıflarla ilerlemesi’ meselesinde olduğu gibi, geleceği çok yakın bir çağın içinden, atıflarını geçmişle örüyor yönetmen. ‘Nefes mi buğday mı’ derken Yunus Emre’ye, ‘ Sen benimle yolculuk edemezsin’ derken Hz. Musa’ya, Kapadokya coğrafyasının çok etkileyici mekanlarında, üstleri kireçlerle kaplanmış ölülerin arasında dolaşırken taşlanma metaforuyla Hz. Muhammed’e ve Hz. Musa’nın vurguladığı bir hazinenin üstünde oturan o ‘iki yetim çocuğa’göndermelerde bulunuyor. Aynı zamanda, diğer saf yönetmenlerde görüldüğü gibi kendi eserlerine gönderme yapmaktan geri durmamış. Söz gelimi, ‘Yumurta’ filminde, gece yarısı Yusuf tarlanın ortasında birden dev bir çoban köpeği ile baş başa kalır. Nefsin insan karşısına bu suretle çıkışı/çıkarılışı, ‘Buğday’da kurt metaforuyla güncellenir. Sanki şunu demek ister bize, hakikat yolculuğunda, insanın arınma çabasında en büyük düşmanı nefsidir.
***
Çevrecilik faaliyetlerine Kaplanoğlu neredeyse bütün filmlerinde göz kırptı, destek verdi. Bu kez, daha üst bir felaketi, genetik bozulmayı gündemine taşıyor. Buğday ve toprak gibi iki kadim, metafizik ve aynı zamanda ekolojik kavramla, insanın topraktan yaratılışına, cennetten kovulmasını vurguluyor. Fritz Lang’ın ‘Metropolis’iyle zirve yapan mekanik yerleşim metaforu, ‘babil’leştirilerek taşlanmıştı. Burada, içten gelişen soru, özellikle Türkiye’de İstanbul başta olmak üzere şehirlerin taşlaştırılması ve insanın hiçleştirilmesi karşısında Kaplanoğlu’nun hangi eleştirel çizgiyi, güncel siyasetin dışında temsil ettiğidir. Bunu ayrıştırmak onun üzerine borçtur.
Kaba benlikten kurtulup, insanın asıl kainat olduğu fikri (Şeyh Galip, zübde-i alem) ancak sanatın elit dokusuna vakıf bir gözle anlatılabilirdi. Özellikle Cemil Akman ile Suat Erin’in buluşmasından itibaren filmin akışı ve özel göndermeleri izleme donanımı gerektiriyor. Bu açıdan bir kitle ve propaganda filmi değil ‘Buğday’. Hatta fazla eril yorumu ve zaman kaymalarını takip bakımından da zorlayıcı. Ancak her yönetmen kendi dilinin şairidir ve onu çözmek popüler bilgiler değil daha ötesini gerektirir. Sonunda insan da tıpkı buğday gibi metaforik hatta öznel bir özerkliktir.