Fransız İhtilali pek çok kavramı yerinden ettiği gibi nice yeni kavramın doğmasına da zemin hazırladı. Ulus devletlerin doğuşu bunların başında gelenlerinden hatta en önemli olanlarındandı. Nitekim ‘ulus devlet’ kavramıyla birlikte geleneksel imparatorluklar ve onun bileşenleri çatırdamaya başlamış, İngiliz İmparatorluğu’ndan başka ayakta kalan olmamıştır. Bizde ‘vatan’ kavramının doğuşu da böylesi bir süreçten bağımsız düşünülemez. Bu meselenin bayraktarlığını yapan Namık Kemal’in yazdıkları ile Osmanlı’nın yıkılışının hız kazanmasının mutlak ilişkisi vardır. Burada düşünülmesi gereken ‘vatan’ kavramının kaçınılmaz olarak siyasallaşması ve pek doğal bir atılımla hamasete bürünmesidir. Çünkü ontolojik bağlamda tartışılmayan ve felsefi bağlamını bulmayan hiçbir mesele yerli yerine oturamaz. Hamaset, o anda gücü elinde tutanın rengini alır. Dinî kisveye, ırk söylemine, hasılı birbirini besleyen pek çok etkileşime açık kalır. Dönem koşullarına göre işlevsel bir kimlikle donanması da bu yüzdendir. Vatan ise hepten şematik bir çerçeve kazanır. O çerçeveyi parçalayıp bir arı peteği gibi gözenekleyen şairlerdir. Söz gelimi Nâzım Hikmet “Kuvâyi Milliye” ile hamasetin yelkenlerini suya indirir. Vatanı dilde tutar.
Türkiye kültür ve siyasal tarihinin bitmez tükenmez konularından birisi olarak vatan hâlâ bütün güncelliğini sürdürüyor. Vatan şiirleri yazılmıyor belki ama bir savunma ve korku refleksi gibi capcanlı yerinde duruyor. Kahramanlık şiirleri antolojilerinde (mesela bakınız, Prof. Dr. Necat Birinci, “Kahramanlık Şiirleri Antolojisi”) samimi duygularla yazılmış pek çok vatan ve hamaset şiiri bulunabilir. Oysa bir vatan romanı olduğu hâlde Yakup Kadri’nin “Yaban”ı hiç bu noktadan yorumlanmaz. Yeni kurulmakta olan vatanın çehresini onun kadar çıplak veren kaç nitelikli eser zikredilebilir dönemi içinde? Başka ilginç bir durum daha var ayrıca: Cemal Süreya bir vatan şairi olarak anılmaz. Hatta böylesi bir bakış bazılarının aklına gelse bile birtakım haklı sebepler dile dökülmesine mâni olur. Çünkü vatan gibi konular devletin de el vermesiyle öylesine soğuk ve kör bir alana çekilmiştir ki bizde yaratıcı hiçbir sanatçı o gölgede durmayı tercih etmez.
Cemal Süreya bir devlet sürgünü, Alevi ve Kürt olarak en özgün ve yaratıcı vatan şiirini yazmıştır. “Yunus ki Sütdişleriyle Türkçenin” kadar vatanı sarıp sarmalayan, onu kurup tanımlayan hangi şiir var? 0ba kelimesi mesela şiirin sonunda çadır olmaktan çıkar yekpare ülke olur. Ludwig Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” sözünü kanıtlarcasına Cemal Süreya, vatanın ne olduğunu ve bu vatanın ancak dil yoluyla var kılınabileceğini gösterir. Türkiye siyasal tarihinde şu veya bu çalımla öne geçip de vatan kavramının üstüne çökenlerin karşısına âdeta tarihsel bir jestle çıkar Cemal Süreya. Irk, din, bölge, renk vs. ne varsa onların kaba masklarını parçalar. Bir varlık olarak yaşadıkları topraklarda dilsel atılım sergileyemeyen toplumların tekrarın sıtmasına tutulmaktan kurtulamayışlarını böylece imler.
Bir dilin bir bölgede sadece konuşuluyor olması orayı vatan kılmaya yetseydi yeryüzünde her gün sınırların değişmesi gerekirdi. Yetmedi, konuşmak değildir bir dildeki erek, edebiyat ve düşünce üretmektir. Varlığını bununla koruma altına alarak vatan kılmaktır. İlhan Selçuk yıllar evvel yazdığı bir yazıda Türkiye’yi şairlerin kurduğunu söylemişti ki haklıdır. Şairi olan bir ülke dara düştüğünde başka bir ülkenin ordusunu göreve çağırmaz. Aydınları halkla öne çıkar ve orayı vatan kılarlar tekrar.
Bizde, Türkiye’de aydınlar devlete rağmen var olmuşlardır. Bu sebepten de sanat ve düşünce hayatı daha bağımsızdır. Fakat buraya gelmek bedel ödeyerek mümkün olmuştur. Günümüz aydını sadece tercihle mükelleftir. Sanatta kalan dili vatan kılar. Son zamanlarda Kazakistan’da olanlara baktığımızda orada devlete rağmen var olmanın imkânsızlığı görülür. Bu bütün Türk Cumhuriyetleri için geçerlidir. Eğer Kazakistan dille kılınmış vatan ol(abil)seydi devlet başkanı Rus ordusunu çağırmazdı. Şair ve yazarların ismini duyar ve bilirdik. Peki, otuz yıldır hamaset, vatan şiirleri yok muydu orada? Ona ne şüphe...
Unutulmamalıdır ki bir vatanın tadı bütünüyle dilden gelir, o da hafıza demektir. Edebiyat toplumun ortak şuurunu yansıtmakla kalmaz, bir plasenta gibi korumaya alır. Bu vatan kimin, diye sorulursa cevap net olacaktır; bu vatan dilindir.