Buna benzer bir hal her zaman olduğu gibi geçen hafta yine denizde yaşanmıştı. Karadan denize doğru esen rüzgar daha suya varmadan yine başka bir laboratuvarda o kaptan bu kaba aktarılırıyor sonra da nefes almayı güçleştirip tene bir tuz yakısı gibi yapışan neme dönüşüyordu. Nem, kuruluğu çekilmiş, yükü artıp hantallaşmış ve demir bir yumruk gibi vakti tokatlayan havadan başka ne olabilirdi? İşte o yumrukla sersemlemiş, adımlar sıklaştırırılarak sahile inilmişti. Deniz bıkmaz usanmaz bir edayla yine geniş ve şekilsiz dilini tatlı köpüklerle kıyıya vurup geri çekiliyordu. İçli bir öpüşü vardı. Sanki incitmekten çekinircesine ipekli tenini geri alıyor sonra da çekingen bir aşık gibi ne söylediği anlaşılmaz kelimeler fısıldıyordu.
‘Kalabalık, çağımızın en büyük derdi o. Her yer, caddeler, mağazalar, kafeler insanı şaşırtacak derecede kalabalık’ diye yazmıştı 1940’larda Ortega Y Gasset. 21. yy’ın kaotik kalabalığını görse mutlaka başka bir kelime kullanırdı İnsan ve Herkes yazarı. Ve günümüz insanının en ortak tarafı kalabalık içinde yaşarken kalabalıktan uzak yerler aramak. Sabahın ilk vaktinde bir deniz kenarında bir anlığına buna inanıyor o. Fakat saatin akrep ve yelkovanı adeta insan süpürüyor sessizce her yere. İşte böyle bir anda olmuştu, bir yerde değilsek neredeyiz sorusu bir balon balığı gibi suda şişip dikenlerini uzatmıştı yine.
Her zaman bir şenlik, şamata, curcuna, ses rengi, yüz antolojisidir denize girilen yerler. Kumda oynayan minikler aslında denizin koynunda olanın da oyun olduğunu ilkel reflekslerle ilan ederler. Yüzmek, denize girmek bağımsız ve mülkiyetsiz oyun dürtüsü sayılır. Nazla suya sokulan ayak uçları, üşüyorum diye omuzlara yapışan eller sonra da hop şekil değiştirmiş bir canlı gibi uzanıp gidişler. Dışarısı içeri olur birden. Kara uzaklaşırken su derinleşip duygu değiştirir. Ürkekler, temkinliler, bu kadarı bana yeterli diyenler, üç beş metre etrafında dönüp yorulurlar. Oysa su ayakların zeminden kesildiği, deniz o büyük megalomani ile her şeyi kendi gücünde ağırlığından ettiğinde başlar.
Anlam ve hacim, boyut ve mesafe yanında işte asıl insanı bunaltıp sendeleten sıcaklık ve nem de anlamsızdır artık. Hayat suyun o büyük çemberinde erir, deniz gözlüğüyle dibe bakıldığında cihet ve derinlik bir arkaik hayvan gibi doğum sesleri çıkarır. Bir yerde değilsek neredeyiz sorusu yine beyaz mendilini çıkarıp silkeledikten sonra sallamaya başlar. Sesler, şamatalar, plaj havluları, mayolar, haşlanmış mısırlar, borsa ve ekonomi konuşmaları, kaş kaldırıp göz süzmeler birden erir, adeta sonsuz bir oluş kendi tekrarsız parandelerini atar.
Böyle böyle, düşüne taşına, ölçe biçe, düşe kalka bir yerde olmanın mutlak bir durum olmadığını, aslında her an yanı başımızda bir geniş mümkünlüğün salındığını sisten evvel idrak edebilir miydik? Aslında karanlık da tıpkı ışık misali öyle sokulmuyor muydu aramıza? Elimizde en ince sesleri kaydedecek bir alet olsaydı yürüdüğümüz yolda bizim ayak sesimizden başka nice sesin kendi çıt çıtlarıyla birbirine düğümlendiklerini fark edemez miydik? İllaki sis veya deniz gibi, tipi veya sağanak benzeri tabiat örtülerinin mi serilmesi gerekirdi?
Şimdi şu gece vakti bir ceylan sürüsünün nefesi gibi etrafa yayılan ve ruha ürpertiden çok yaşama şevki veren sisin sinesine doğru yürümenin, kanda ve tende, akılda ve hafızada, dünde ve bugünde, hesapta ve kitapta ne varsa onları dökmenin, bir yerde değilsek neredeyiz sorusunun balonuna binip onun sepetine tutunarak yükselmenin, aşağıda olup bitenlere bir kez daha gülümsemenin anı değil miydi?