Kültürel panik dönemlerinde sıkça başvurulan yollardan biri de mekanı kutsallaştırmaktır. Böylelikle hem mekan üzerindeki olumsuzlukların üstü örtülür hem de sorumlular masumlaştırılarak kurtarıcı ilan edilirler. Cumhuriyetin ilk yıllarında makul bir idealleştirme gibi gösterilen Ankara kutsaması bu yolun en tipik örneklerindendir. Ne var ki kutsallaştırma, karşıtı olmadığı, yaratılmadığı sürece işlevsizleşir. Karşıt, elbette İstanbul ve onun temsil ettiği bütün değerlerdir burada. Böylelikle, yeni şehrin vasıfsızlıklarının üstü örtülmekte, içerdiği ontolojik boşluk doldurulmaktadır.
Anadolu’da kökü neredeyse beylikler dönemine kadar uzanan bir şehir kutsama alışkanlığı vardır. Antep, Urfa’ya, Erzurum, Karsa göre kutsanır. Bu bir yarış değil sonunda özü iktidarla özdeşleşmiş bir güç oyunudur. Büyük şehirlerde hemşehricilik duygusu olarak açığa çıkan bu durum, ‘öteki’ye göre yine kendisini yüceltme fikrine dayanır. Ancak, şehirde tek başına tutunabilen kendisi olma hakkına erişir. Kendilik, ötekinin, karşıtın gölgesinden kurtulmaktır. Sözünü ettiğim kültürel dönemlerdeki panik hali, sosyolojik katmanların duygu yükünü kontrol edilebilir enerjiye dönüştürmek suretiyle bir siyasi mühendislik projesi geliştirir ve bunu uygulamaya sokar. Bu projeyi çokça devlet nadiren de siyasi odaklar hazırlar.
Son dönemlerde, yeniden İstanbul üzerinden ve İstanbul için devreye sokuluyor bu proje. Şehrin solgun imajı ve değer yitimi, sonu gelmeyen rant paylaşımının doğurduğu çarpıklık ve adaletsizlik böylece kapatılmaya çalışılıyor. Siyasal muhafazakâr aklın Demokrat Parti’den bu yana açtığı derin yıkım son dönemde nitelik ve nicelik değişikliği göstererek devam ediyor. İstanbul, İstanbul’a karşı söylemin en iktidar diliyle kutsanırken aynı iktidarın yıkıcı eli perdeleniyor, öteki, kültürel ve ideolojik olarak kodlandıktan sonra dolayıma sokuluyor.
Bir şehri sevmek ve sahiplenmek için geçmişe atıf yapmak ve oradan güç devşirmek gerekmiyor oysa. Arkeolojik alanla şehir arasındaki temel fark hayattır. Bireyin, daha yaşadığı evden, adımını attığı ilk sokaktan başlar şehir sevgisi ve aşama aşama, dini yapılara, müzelere, kültür merkezleri, parklar, restaurant ve kafelere kadar yayılır. Kişinin elinden alınmış günlük yaşama duygusunu geçmişle kurtaramazsınız. İki yüzlülük kadar sahte bir iyimserlik doğurur bu. Çelişkilerin ve saklı ret edişlerin eşliğinde işleyen ise açıktan çürümedir.
***
Kendi adıma, dün merkeze sokulmayan sosyolojik tabakaların ilkin çevreyi yağmaladıktan sonra (mesela Beşyüzevler gibi bir bölgede, eski Metris Cezaevi’nin hemen karşısında Venezia adıyla bir heyula yaratabilir ve bunu muhafazakar/ islamcılıkla boyayabilirsiniz) bugün merkezi tarihi yapılardan başlayarak üzerine geçirmesini tarihsel bir görüntü olarak algılıyor, bunun şehrin yeni kapital akıl yoluyla yıkılmasının perdelenmesi olarak kullanıldığını düşünüyorum.
Proudhon’un mülkiyet kavramına şapka çıkartacak kadar mahir bu görüntünün, şehri keşfetme, onu yeniden yorumlama, sevme ve sahiplenme faaliyetleri gibi sunulmasını da yadırgamıyorum. Kutsallaştırma yapılırken üleşime teşne mimarlar, gazeteci ve yazarlar, sivil toplum kuruluşları, medya ve eğitim kurumları ile devlet aygıtları kol kola girecektir, şüphesiz.
Kabe toprağı sayılmış Üsküdar’daki Ayrılık Çeşmesi’ni koruyamamış bir muhafazakarlık/İslamcılık, bu çeşmenin bin metreyi aşmayan civarında yüksek binalar dikmeye, siteler ve rant alanları açmaya elbette yatkın olacaktır. Bir farkla, her fırsatta Üsküdar ve İstanbul’un kutsallığı en üst dereceden tekrarlanarak. Öteki türlü kültürel panikten ve suçluluk duygusundan (bu en azından ellerinde değil) kurtulmanın yolu da yok.
İstanbul geçmişi olduğu için değil o artık yıkıldığı için sevgilidir bizim için. Onun yaralı ve kutsal olmadığını ama tıpkı bizim ömrümüzün zamansallığı gibi bir kaçınılmazlık içerdiğini biliyoruz. Yeniden kutsallaşması, bizim hayatımızın gerçekliği ile birleşmesine bağlıdır o da hayatla olur.
İstanbul dışındaki hemen her şehirde örneği görülmektedir ayrıca bu kutsallaştırmaların. Sosyal dokusu yanında kurulma gerekçeleri hızla yok olup fiziksel mecburiyet alanlarına dönüşüyor şehirler. Merkezin ve çevrenin ürettiği bütün otantik değerlerin dışında modüler bir yekparelik de cabası.