İbrahim Şinasi’den beri bir de köşe savaşları var. Aydının yeni kürsüsü gazeteler akıl saçılan ve aleme nizam verilen yerler. Bir kere bir köşesi oldu mu insanın kendi tahtından halkına bakan hükümdar gibi kükrer durur. Oysa herkesin her kalemin her fikrin çırılçıplak açığa çıktığı kelimelerden başka gücünün kalmadığı yerdir orası. Bazı yazarlar mesela Refik Halit gibi her yazıda geleceğe göz kırpar, çoğu yazar da her yazıda mezarını derinleştirir. İşte ben de böyle bir köşedeyim şimdi.
Havalar soğudu mu? Soğusun. Her hal ve şartta insanın içini ısıtacak bir şey mutlaka vardır. Ya siz onu bulursunuz ya da şansınız varsa o sizi . Servi, dut, çınar, erik, akasya ve ismini tam kestiremediğim birkaç ağaçtan sarkan son yapraklı dallar oturduğum köşeyi neredeyse bir şemsiye gibi kapatıyor. Önümdeki iki servi varlığımdan habersiz akan sokağa adeta güzel bir tül perde gibi çekilmiş. Bu halde yoldan geçenlerin beni sezmesi daha da zor. Akıp giden her şeyi hem görüyor hem de kendimce idrak ediyorum köşemde.
***
Sıradan mini masalar alçak iskemlelerle çevrilmiş ve masaların üzerleri şark desenli örtülerle kaplı. Günün bu vaktinde insanlar belki avarelik ediyor belki de hayatı öğütüyorlar. Bir beyaz kedi servilerden birinin gövdesini kokluyor. Ben bir çay söyledim. Sırtımı verdiğim duvarın arkası acaba ne? Bir okul mu? Yoksa eski bir hastane mi? Dönüp bakmam yeterli ama canım bunu hiç mi hiç istemiyor. Bu köşede olmak hayatın kovanına dalmak gibi şu an.
Uzaktan şamatacı martıların cenk sesleri çatılara hücum ediyor. Sol tarafımda bir telefon kulübesi var. Az önce yüzünü görmediğim bir adam alçak ama kaba Arapçaya çalan bir sesle karşıdakini azarladı ve fazla konuşmadan çekip gitti. Zihnim onun dünyasına yol almak istemedi nedense. Orada dondu. Adamı ve sözlerini eskitti. İnsanlar mırıl mırıl konuşuyorlar. Arada buraya çay! nidası yükseliyor. Orta yaş ve biraz şişmanca kadın gecikmeyip çayları getiriyor. Bu sığıntı yeri hiçbir gerekçeyle kaybetmek istemiyor belli.
Tam karşımda koltuk değneğine çenesini gömmüş yaşlı bir adam önündeki üç paket çayı satmanın derdinde. Bunca zaman geçti eğilip soran yok. Ona doğru uzun bacaklı ve at suratlı bir genç kız yürüdü. İnadına uzundu genç kız. Yetmezmiş gibi yüksek topuklu ayakkabı giymişti ve bu ona zürafa gibi yaylanan bir eda katıyordu. Adamın çay satma umudu daha bir söndü o geçip gidince.
***
Ayakkabılara baktım bir süre. Yola, ayakların bastığı yere yoğunlaştım .İnsan denilen şu varlığın basa basa geçmesi hoşuma gitti. Uçan değil yürüyen bir tür o. Herkesin yere basmasında yaşına, cinsiyetine ruh durumuna uzanan bir hal var. Basışlar acemi, sert, aceleci, kararlı, ürkek, yan…Sadece basışlara ve ayakkabılara bakarak nasıl bir semtte olduğunuzu neredeyse kestirebilirsiniz.
İki karga şamatayla yola indiler. Ve hızla kalktılar. Aralarında yarım bir ceviz. Yan masadaki ses şu namussuzlara şu kargalara bak hele dedi. Dünyanın tadını onlar çıkarıyorlar. Hep öyledirler dedi başka tiz bir ses. Bir kadın kan ter içinde bebek arabasını sürüyor, ağzında altın diş olduğu intibaı veren bir adam da dumanını çiğneye çiğneye sigaraya dudağından asılmış geçiyor.
Gözüm ayaklardan yüzlere kalktı. Buna daha fazla dayanamadım. Keder lambası mı asılıydı ne? Yoksa yırtılmış bir harita mı gördüm. Sonra soldaki kulübeye bir kadın geldi. Uzun uzun çaldırdı karşı tarafı. Cevap veren olmadı. Kadın sanki bin yıllık cinsiyetsiz bir iç çekti.
Pervasız gençler yan, çapraz, ürkmüş atlar gibiler. Tutkulu aşıklar zamanın akrebine karşı direniyorlar. Fasulye diye bağırdı bir ses. Süslü bir motosiklet kaydı aradan. Önünde büyükçe bir bayrak.
Rusçaya çalan bir soru duydum. İrili ufaklı poşetlerin arkasından hayalimi koşturdum. Ummadığım bir güç bir mutluluk dalgası yayıldı içime, ısınmıştım ve kalktım. Nedense oturduğum köşeye teşekkür ettim. Herkesin tuttuğu köşe böyle mi dedim.