Merhaba bayan Jacinda Ardern. Daha önce isminizi hiç duymamıştım. Ülkenize de gelmedim. Lakin, Yeni Zelanda ve Anzaklar bizim için meçhul değil. En azından bir yüz yıl evvel bazı ileri şairlerimiz sizin ülkenizin rüyasına kaçmak istemişlerdi. Sanırım ki siz de, ‘Bir gün bir Türk şair hakkınızda yazı yazacak’ deselerdi muhtemelen inanmazdınız. Çok şiirsel olabilir ama bunu yazmazsam geçmişe haksızlık etmiş olacağım. Yaklaşık on yıl evvel, Suriye ve Şam iç ve dış barbarlar tarafından yakılıp yıkılmadan önce size (.) rastlamıştım. Parlak güneş, ılık bahar gününü sonuna kadar yıkıyordu. Eski masal bahçelerini andıran bir medreselerden birinin köşesinde siz, sırtınızda kırmızı bir palto, ezilmiş bir narçiçeği gibi oturuyordunuz. Hüznün ortasında yanan bir lamba gibiydiniz. O an, dünyada iyi ve güzel olan ne varsa aydınlık yüzünüzde toplanmıştı. Ben bir belgesel çekiyordum. Yüz yüze geldik. Merhaba dedim, merhaba dediniz. Buraya, nereden gelmiş olabilirsiniz diye sorduğumda, berrak ve net bir sesle, ‘New Zealand’ dediniz. Hayretim bir okyanus dalgası gibi kabarmıştı. ‘İşte, demiştim, bir şiir acısı gibi bir insan, burada, bu zaman köşesinde, varoluşun feneri gibi yanıp sönüyor ve muhtemelen çok derin bir aşk acısını dindirmek için binlerce kilometre uzakta kaybolmak istiyor…’
Sayın, Jacinda Ardern. Bir katil. Elinde metal bir kan kutusu. Bir ölüm makinesi. Şeytanın hangi karanlık mağarada çıraklık edip de iğvasına kapılmışsa, tuttu, akıl etti, düş kurdu. Plan yaptı. Bir sabah uyandı. Gömleğini giydi. Yüzünü yıkadı. Muhtemelen dişlerini de fırçaladı. Yüzüne baktı uzun uzun. Dişlerini sıktı. Tısladı. Yola koyuldu. Bedeni elindeki alet kadar soğuktu. Yaklaştı. Ülkenize sığınmış, ikliminiz kadar sarıcı insanlığınıza bel bağlamış insanların üzerine kurşun yağdırmaya başladı. O kadar kötü bir ses çıkarıyordu ki kan makinesi, her kurşunla, insanlığın bir dişi sökülüyor, bir çocuğun kolu kanadı kırılıyor, bir kadının bakışı umutsuzca sonsuzda donuyor, erkekler utançla taş olmak istiyordu. Sayın başbakan, sayın Jacinda Ardern, ülkeniz böylesi bir kötü gün yaşamamıştı.
İnsanların, ülkelerin, dinlerin birbirine düştüğü, ötekileştirip canına kastettiği bir dönemde, umudun dibe çekilip insan kanının damarlardan çekilip yerine petrol benzeri maddi bir sıvının doldurulduğu bir devirde, bir insanlık düşmanı, bir cani, bir şeytan çırağı, onlarca Müslümanın kanını şehvetle döktüğünde, herkesin kanı donup eli ayağı tutulduğunda, sizin sesiniz beliriverdi. Bütün Ortadoğu, Müslüman Asya kadınlarının yüzlerine sinmiş bildik evrensel acıyla çevrelenmiş yüzünüzde, hem bir lider, hem bir kadın hem de bir anne vasfıyla, oradan, Şam’daki köşeden kalkıp geldiniz. Demek ki, aşk acısı hala sürüyordu ve bu acı size insan erdeminin bütün incilerini çoktan armağan etmişti.
Ülkenizi sahiplendiniz bayan Ardern. Tereddütsüz. Bu suç, bu acı, bu katliam, benim ülkemde oldu ve bu benim meselem dediniz. Kimseye söz bırakmadınız. Suçlamadınız. Şaşırıp, tereddüde düşmediniz. Acının üstüne acıyla gittiniz. Kadınlara, erkeklere sarıldınız. Çocukları kucakladınız. Medyanın tuzağına düşmediniz. Halkınızı arkanıza aldınız. Anneniz, babanız, çok yakınlarınız ölmüşçesine yastaydınız. Yüzünüzü ülkeniz yaptınız. Size bakan, büsbütün Yeni Zelanda’yı gördü. Vakur bir acı çekmeydi bu. Aklını yitirmemiş derin bir biliş.
Sonra da, bambaşka bir şey yaptınız Jacinda Ardern. Bir katilin yüzünü, merhametiniz ve düşünce kabiliyetiniz yoluyla sildiniz, yok ettiniz. O karanlık ve dipsiz bir çukura yuvarlanıverdi. İsim bile vermeyeceğiz o teröriste, dediniz. Bir isim sahibi olmayı bile hak etmiyor. Ama, bu yüz cezası bayan başbakan, inanın unutulur gibi değil. Böylece, onun cani yüzünün yerine kendi yüzünüzü kazıdınız, dünyanın yüzüne. Kötünün perdesinin inmesine izin vermediniz her gün bir komedi tiyatrosu oynanan dünya sahnesine. Gözlerini kin ve merhametsizlik çökmüş insanların gözlerini de perdelediniz. İnanın ben son zamanlarda böyle büyük şiir okumamıştım. Şiir oldunuz. Şiir kalacaksınız.