Bir, sadece bir dakikayı yaşatacağım sana. Bu zor olmayacak. Alnına değen sevgi sıcaklığında bir el düşün. O elin sıcaklığından hissedersin niyetini. Benim bir dakikam da öyle. Az evvel nazlı bir badem ağacından dikkatle yolunmuş bir avuç dolusu çağla hayal et bir an. Her bir çağla tanesi nasıl gönülden teslim oldular sana geleceklerini hissettikleri için. Bitkilerin, ağaçların, meyvelerin, nesnelerin sıcaklığı var. Gözün sıcaklığı neyse sesin sıcaklığı bile var. Onun sayesinde hayat saçılır dört bir yanımıza. Büzüşmüş bir nesne nasıl kalbi olumsuz etkilerse sıcaklığını yitirmiş bir meyve de dimağa neşe katmaz. Her anımız, ömrümüzün her dakikası bir meyve tazeliğinde. Ona sıcaklık katan bizim uyanık şuurumuz. O şuurun bir dakikası hiç bir okulda öğrenilmez. Kalpten kalbe geçer o.
Yaşamak bilmek demektir. Yaşadığından şüpheye düştüklerinin burnuna ayna tutarlar. Buğu oluşmuşsa hayattadır. Sana sunacağım bir dakika da böyle. Burnuna nazikçe tutulmuş ayna. Yaşa demek için yaşıyorsun demek için. Yaşayalım demek için. Kötülüğe boğulmuş bir dünyayı kovalayacak uzaklık da kalmamışken hiç bir yerde. Bir dakikaya sığalım. Sığınalım.
Geçen hafta sonu rüzgar her şeyi karıştırdı. Denizde su, ağaçta çiçek, toprakta çimen, yolda insanlar titredi. Tatlı tatlı üşüdü. Havada yüz milyonlarca çiçek tozu. Bir varlık buğulanışı halinde kilometrelerce uçuştu. Bu uçuşmadan bir dakika kopardım. Senin için. İçinde rüzgar da var. Çiçek ve ter kokusu bile var. Çimen alevi hatta kılıç gözü yeşilinden. Deniz tuzu uçucu. O bir dakikayı ayrıştırmaya çalışsam ömür yetmez. Her şeyi gördüğümüzü sanırız. Her şeyin farkındayız. Oysa bir dakika ne kadar uzun. Bir saniye ne kadar güçlü ki geçişinde bütün bir alem var. Bir anlık dönüp bakış bir saliselik nazar da öyle. Sana bir dakikayı bir zaman buketi gibi sunarken dikkat edeceğim, bileğin incinsin istemem ağırlığından.
Bir dakika içinde yüksekliği göstermek dilerim sana. Yeşermiş bir soğanın, çiçeğe durmuş bir kiraz ağacının, patlakları gövermiş bir meşenin haydi dahası nazla tepesinden salınan kavaklık denizinin yüksekliğini göz önünde tut isterdim. Bir salyangoza göre soğan, soğana göre meşe, meşeye göre kavak daha yüksek mi? Böyle bir ölçü var mı gerçekten? Dağa göre göl, göle göre ırmak, kartala göre serçenin de var mı bu türden bir ölçüsü. Sırtüstü toprağa uzandığımızda, geçip giden bulutlarla gururlu gökdelen katları, savaş uçağı burunları, insansız hava araçları, kıtalar arası füzeler, onlar da onlar da yüksek mi birbirinden? Bir dakika içinde her şey nasıl da böyle ters yüz oluveriyor. Oysa öyle değil, yükseklik sonu gelmeyen, Pinokyo burnu gibi uzayan bir yalan bastonudur aslında. Sana diyeceğim, biri burnuyla bakıyorsa sana altta kalmıştır da ondan. Bir insanın bir dakikası yükseklik yönünden giydirilse birbirine kimin ruh boyu uzar kimin kısalır ölçecek alet var mı? Hangi gözün bakışı yükseğe çıkabilir diğerinden?
Bir fotoğrafın nasıl bir dakikası varsa bir romanın bir şiirin bir sinema filminin de bir dakikası var. O bir dakika söküldüğünde, eğer sökülebilirse her şeyin ipi nasıl kaçıyor hep düşünüyorum. Yeraltı sularının bir dakikası bir fosil parçasının bir dakikası dalda yürüyen özsuyun bir dakikası, kutupların bir dakikası, avına yaklaşan bir kurdun bir dakikası, güzel bir ağzın çok tatlı bir gülüşünün bir dakikası hiç de birbirinden ayrı kopuk değil. Canlılar, büyük oluş içinde birbirlerine bir dakika ile bağlıdırlar. Ne ileri ne geri ayarlanabilir bu bir dakika. İdrakimiz, aklımız, ruhumuz, hevesimiz, yaşama içgüdümüz ya öğretir bize bunu ya da ömür boyu onun cahili kalırız.
Bir dakika bilincinin boşluğuna, karanlığına, ıssızlığına ve dahası körlüğüne kapılanlar ( ki bir köstebekte yoktur bu körlük) aşkın ağacını baltalayıp yaşamın toprağını tuzla yakarlar. Yükseklik iddiacıları deniz dalgasının bir santimetre yukarısını duyup bilemezler. İçlerinde kurulmuş bir robot ilerler. Kırmızı ok kirpileri duvarlarda canlı arar. Hesap cetvelleri, banka hesapları, gönül saksıları çatlar. Pencere camına dayanmış ıtır kokusundaki yükseklik hiç ürpertmez onları.
Bazen böyle bir dakika içinde bir dakika için bir dakikalığına işlemek tıkır tıkır yürümek istiyorum sana. Masada tuza teşne bir kaç körpe çağla bademi. Kütürtüsü ‘Sait Faik renginde’. Yusuf Atılgan’ın diliyle ‘ Saatlerin Tıkırtısı’ içinde ve Haldun Taner’in ‘On İkiye Bir Var ‘ dediği gibi. Şimdi Picasso’nun ‘Güvercinli Çocuk’ tablosunu önüme aldım hem Haneke’nin ‘Aşk’ filminin o ölümsüz sahnesini geçiyorum tıkır tıkır zihnimde. Hangi sahne miydi? Hani, şöyle, güvercin, camdan, içeri...Bir dakika.