Tuhaf bir yaratık şu insanoğlu. Gün be gün kendi zaafları üzerine kafa yorup çıkış yolları araması gerekirken işi kurnazlığa vurur.
Başkalarının zaaflarını kullanır hatta zaaf icat eder. Akla hayale gelmeyen yollara sapar. Ölüm karşısındaki ebedi çaresizliğini unutur mesela yaşamı bir varoluş erdemine değil güç kavgasına dönüştürür. Türlü türlü akıl oklarıyla avlanır, örümceğe şapka çıkartan tuzaklar geliştirir. Dünyada olmak bilinci, hemcinslerine karşı bir sorumluluk olarak ona yetmesi gerekirken o ilkin bu sorumluluğun doğasını bozar. Doğum yönünden birbirlerine eşit olan insanı hayat bakımından içinden çıkılmaz eşitsizliklere sürükler. Şöyle ol bak der sesinin yetiştiğine, sen şuna benze der elinin yettiğine, onun yolundan git. Bana da gelebilirsin. Hatta bu daha doğru olur.
Oysa daha baştan bellidir insan, anne ve babasını seçememekle o herkes gibi mutlak eşitliğin hizasında durur. Bu her tür eşitsizliği sağlama kapısıdır. Eğer, insan türünün içinden birisi bir gün bu hakikati ters yüz edip anne ve babasını seçme gücüne kavuşursa eşitlik ilkesi tersyüz olmuş sayılır. Fakat bir adım sonrası yani anne baba ve onların güç ilişkileri doğuştan gelen bu varoluş hakkını tehdit eder. Öykü bu aşamadan sonra tekrar tekrar kurulup bozulacaktır. Dünyaya gelmek bir ömür (öykü) sahibi olmak ( kısa veya uzun/ sağlıklı veya daha az sağlıklı) eşitliğinden, çevrenin hiyerarşik kıskacına atılarak başkaları tarafından adeta zincirlenmiş olur. Kendisinden önce belirlenmiş bir dizi birikimin tesiri altında kalmak demektir bu. İnsanın çabası ya bu tesiri ( tesir olumlu ve olumsuz anlamı birlikte içerir) ilerletmek ya da onun zincirlerini kırmak diye özetlenir. Pek az insan hayat bakımından şanslıdır. İyi bir ailede doğmak, iyi bir eğitim almak, kültürel ve sosyal çevrede gelişme imkanına sahip olmak şanstır. Meşrep ve yeteneklerine göre aşağı yukarı yerini daha iyi bulur böyle insanlar.
Doğum bakımından eşit olan insan varlığının yaşamak yönünden bunca eşitsizliği kabul edilebilir mi? İnsanın insana karşı çabası bu varoluş derecesini korumak değil mi? İnsandan insana geçen bilgi bunun için değerli değil mi? Peki burada bir büyük soru/ sorun yok mu? Geçmişte ve bugün, yeryüzünde ait olduğu yetenekler sebebiyle ( dil, sanat yapmak, vs) durmaksızın kendi olmayı keşfeden insan, türlü icatlar yapıp neslini korumaya çalışan insanoğlu, bünyesinde nasıl bir değişmez damar taşımaktadır ki, insana yine en büyük kötülüğü o yapmakta onun bir ve biricik kendisi olma hakkını silmekte, insanı bir başka insanın hayatına öykünür kılmaya itebilmektedir.
İnsan olarak ve insanlık adına, sanat yapan, düşünce ve özgün bilgi üreten kişileri düşünelim. İnsanın, insanı bunun için imrendirmesi ve bunu bir hayat ideali olarak yüceltmesi gerekmez mi? Nedir bu patolojik bir şekilde, insanın kendisi olma hakkının ustaca sıyrılıp çekilmesi. Bir takım güç idollerinin (her devirde) eteğine insanın bir nesne gibi iliştirilmesi?. Kendi yerine insanın başka birisinin hedefine ‘koşulması’ eski hastalıktır. Kaç yüzyıldır felsefe, sanat, edebiyat, ruhbilim bunu çözmeye çalışıyor. Ancak önlenemez bir güç istenci teknesinde insan o yönden bu yöne çalkalanıp duruyor. Kendi ağzından çıkacak amatör ve esaslı bir sese güven duymayan insan yüksek çenelerin medyunu oluyor kolayca. Oysa kendilik çemberini tamamlamamış birey olamamış kişilerden bir topluluk ideali yaratmak da imkansız. Çatlamaya ve çözülmeye teşnedir hep böylesi yapılar. Bir idol meydan heykeli gibi bir yerde toplanmaya yarayabilir ama semboller düşünemez sadece işlev görürler.
Bir yalınlık olarak yaşamak yeterlidir insana. İnsanın yüceliği kendilik hakkını savunmasıyladır. Başkasının hayatına öykünmek kendi şehrinin altın kapısını işgalciye sunmaya benzer. İnsani değerler değil açık ve gizli güç ilişkileri, yetersizlikler çalışır başkasına öykünmenin gerisinde.
Nerede bir başkasının hayatına öykünmek dalgası yayılıyorsa orada başkalarının hakkı saklanıyor demektir. İnsan insanın hayatına imrenebilir oysa. Öykünmek taklittir. İmrenmek hakkı teslim edilmiş bir olmak isteği. Bir hilal gibi doğan aşama aşama büyüyüp dolunaya dönüşen sonra da denizin veya görkemli bir dağın ardında batan ay kadar kendisi olamaz mı kişinin hayatı. Ya da kişi, başkasının hayatına öykünmek yerine, insan varoluşuna derinlik katmış bir düşünce adamının, ruhu yüceltmiş sanat kişinin ömrüne imrenemez mi? İmrenmek bir idealken ve insanın yaşam çabasını ışıkla aydınlatırken, öykünmek neyin nesi? Taklit başka oluş başka değil mi?