Yaşadığımız çağın en baskın vasfı kendini düşünmek. Hatta insanın buna mecbur edilmesi. Neredeyse bir yüzyıl önce dünyanın pek çok yerinde insanoğlu daha az bencil daha çok fedakar ve idealistti. Onun bu idealizmini besleyen sosyal ve kültürel dinamikler çözüldükçe yalnızlaşıp tek başına kaldı. Kentleşme, kapitalizmin bir artı değeri değil aynı zamanda ‘maddi’ sonucuydu ve başta doyma ve barınmada baş gösteren zorluklar insanı daha günlük düşünmeye zorladı. Zaman o coşkulu büyüklüğünden soyuldu saatlere bölündü. Oysa her tür idealizm miti, varlığı güncel olanın darlığından çıkarıp gelecekle dolduran bir ufuk tasavvuru değil miydi? Düşünmenin yerini mutluluk isteğinin, seyahat etmenin ( sıla-i rahim dahil) yerini dinlence tatilinin alması mesela sebepsiz mi?. Velhasıl hemen her koşul ve durumda artık kişilerin mutluluğu çağımızda başkalarının mutsuzluğuna dayanır. Çünkü, başkasının mutsuzluğu demek, hemen her şartta bireyin temel hak ve özgürlüklerden gittikçe mahrum kalması yanında hak ettiği yaşama standart payının rakibi (!) tarafından ele geçirilmesi anlamına gelir. Neredeyse insanın iki eli bile birbirine yabancılaşırken koruyucu hak hukuk ortadan çekilince kadife eldivenli şiddet çeşitlenir.
Hayatta her zaman yarış vardır hatta çoğu yerde gereklidir. İki futbol takımı maç yaptığında eğer beraberlikle sonuçlanmamışsa kazanan taraf mutlu olacaktır. Beraberliğin bile mutluluk getirdiği haller bir yana başka maçta takımlardan birinin kazanma şansı vardır. Fakat mutsuzlukların çoğu bu türden sonuçlara dayanmıyor. Irçılık ve dinsel fanatizmin yanına ekonomik ve sosyal statü de ekleniyor gittikçe. Neredeyse ülke gücü derecesinde sosyal ve ekonomik gruplar, şirketler boy atıyor. Onların lider takımları oluşuyor, faaliyet kolları hayatın hemen her sahasına yayılıyor. Demokrasinin yeterince gelişmeyip grup dengelerinin oluşmadığı ülkelerde ise iktidarı ele geçiren siyasi partiler bütün toplum adına çalışan organizmalar olmaktan sıyrılıp dalga dalga, kademe kademe pay dağıtan güç odağına evriliyor. Devlet ve kamu kaynakları denetimden uzak ve adaletsizce dağıtılıyor. Bir taraf mutluluktan ağzı kulaklarında dolaşırken bir taraf endişeyle hayata tutunmaya çalışıyor. İnsanın insan olma ve insan kalma vasfının silindiği, güce ve her hangi bir sosyal halkaya yakınlığına göre değer bulduğu bir akışın içine düşülüyor.
Hümanizm onca romantizmine ve zorluğuna rağmen hatırlanmıyor bile bugün. Reklam ve propagandanın maksatlı dilinin dışında insani yüceltilişi hatırlayan yok. Edebiyat ( geçerli tür roman) onu kendi tekilliği içinde değil dünyanın her yerindeki benzeşleri biçiminde kurguluyor. Pessoa’nın, Edip Cansever’in personası, Oğuz Atay veya Sait Faik tipolojisinin yerini, Buenos Aires veya Ben Gurion Havaalında elinde aynı valiz ve aynı duygularla seyahat eden karakterlere bırakmış gözüküyor. Bir şiiri bir başka dilin tadını duymaktan çok şairin hikayesi veya popülaritesine göre seçiyor okurlar. İnsan ile insan arasındaki varoluş çizgisi maddi imkanlar tarafından örtülüyor.
Dünyanın her yanından akan göçmenler yeni bir nefret ve öteki vasfı kazanıyorlar. Kimse, göçmenin özünün insan olduğunu düşünmeden başka gerekçeleri parlatma yoluna gidiyor. Göçmenlik turistlikten farklı bir şeydir ve içinde pek çok acıyı barındırır. Nerede bir göç hikayesi başlıyorsa orada çoğunlukla bir insanlık suçu işleniyordur. Bu suçu insan kaçakçıları başka politik konjonktüre göre tavır alan devlet ve politikacılar başka şekilde suistimal ederler. Sırf birileri mutlu olacak diye birilerini mutsuz etmenin bu şekli yazık ki çağımızın bir lekesidir. Göçmek ne kadar zor ve sancılıysa geri dönmek de bir o kadar öyledir. İnsani gerekçelerle ve her türlü zorluğu göze alarak bir ülkeden başka ülkeye bir dilden ve kültürden başkasına sığınan insanları gözetmek ahlaki ve insani görev sayılmalıdır.
Fransız düşünür Edgar Morin ‘Güvencesizliğin hüküm sürdüğü bir dönemde yaşıyoruz’ diyor. Sigorta şirketleri, insan bakışıyla insana geçen güveni asla veremezler. Fakat, insan insana ancak gözle güven verebilir. Godard; ‘insanlar göz temasını ortadan kaldırmak için parayı icat ettiler’ derken tam da başkasının mutsuzluğunun başladığı yeri işaret eder. Güneş gözlükleri bile bütün metropollerde bir eşitleme paravanına dönüşürken para sembolik gücüyle yegane değer ölçüsü artık. Tedavül kavramı insanı alaşağı ediyor.
Ülkemiz dahil dünyanın her yerinde doymak ve barınmak birincil öncelik haline geldi. Çünkü barınamayan ve doyamayanların hakkı, kolektif olarak organize olmuş diğer gruplar tarafından ele geçirilmiş durumda. Yoksulluk bugün salt bir maddi yetersizlik değil düşünsel ve felsefi bir sorundur. Bir yerde mutluluk cümlesine rastladığımızda kimin mutsuzluğunun omzuna basılıyor, onu düşünmek gerekiyor.