Biraz, biraz daha yukarı. Lütfen. Kaldırınız başınızı. Hayır ayaklarınızı kaldırmayınız. Boyunuz yeterince uzun. Böyle. Biraz daha sağa. Hep sağa. Gülümserseniz güzel olacak. Sert bakış iyi değil. Kesiyor. Bölüyor. Parçalıyor. Latif bir gülümseme. O kadar değil. Doğal. Şimdi, elimi takip edin. Alnınızı silelim. Yok yok kirden değil. Terlediniz. Çeneniz yukarı. Bana değil objektife bakın. Böyle duruyormuşsunuz, mumyalanmışçasına donup kalmış bir çehreyle değil de hareket ediyormuşsunuz gibi bir intiba vermek istiyorum. Durmak size yakışmaz. Resimde bile atılım olmalı. Ama gurur olmasın. Tam gurur da değil de böbürlenmek ile diklenmek arası bir şey. Dik duralım. Eğilmeyin. Olacak, bulacağız. Sizi zaptedeceğiz. Hayır, fotoğrafınızı çekeceğiz. Sabır rica ediyoruz.
***
Elleriniz mi, evet saklamak zor onları. Böyle boydan boya salmak da olmaz. İşaret parmağınız hele, ileri doğru, dik, ok gibi. Olmaz. Delebilir. Ceplerinize soksanız laubali olacak. Bir sandalye bulalım. Hafiften ona uzatın ellerinizi. Şöyle. Benim yaptığım gibi. Dayanın. Tam tutmuş gibi değil hafif iğreti. Emin bakışlar. Sallantı olmamalı. Bu kez de omuzlarınız. Onları nereye sığdırmalı? Ağız yüze doğru taşarken omuzlar da dünyaya taşıyor. Tutamıyoruz onu. Hay Allah. Şu efe, şu pehlivan, şu yaman omuzlar. Dünyanın dengesi omuzlar. Onları kaldıralım. Bunca yükü taşımak zor. Ama denge şart. Köşelerini almalı.
Başınızı tam kaldırın tekrar. Düştü. Yukarı daha yukarı bulutların üstüne kadar yukarı. Güneşe, aya, yıldızlara kadar yukarı. Sonsuzluk fikrinizi böyle vurgulayalım diyeceğim ama bu kez biz, pardon kamera altta kalıyor. Aynı seviyede yükselsek algı dağılacak. Ama dediğim gibi olacak. Başınız yukarı. Birazdan adınıza bir mucize inecekmiş de onu beklercesine yukarı. Yıldızlar, ay, güneş, bulutlar, yüksek ağaçlar... Başınız göğe değecek ama ayaklarınız yere basacak. Yerle gök arasına sığdıracağız sizi. Öyle yüce öyle kavi.
Sizi bir tepenin pardon bir dağın üstündeymişçesine konumlamak gerekiyor aslında. Yolda, düzde kendi halinde garip gideni adamdan saymazlar burada. Sesini kısanı, gözünü ekmekten, maldan geri koyana dudak bükerler. Tepelerler. O yüzden sözler de hep dik ve yukarıda durmalı. Kalp seviyesinin üstünde, gırtlaktan coşmalı. Olur da kalpten çıkarsa kazara bir gönüle düşer, eşitlik bozulur. Fakat size uygun dağı nerede bulmalı? Zirveyi ne ile tanımlamalı? Bulacağız. Sizi, yalnız size denk kılacağız.
***
Devam edelim, şimdi biraz sola dik bakın ama sola baktığınız belli olmasın. Sol uğursuz derler. Mundar! Sağdan gelsin hep bakışınızın hamlesi. Odak orada toplansın. Tekrar başınızı dikin. Evet. Oluyor. Dünyadaki en dikbaş nasıl olursa öyle dikin. Evet, evet, sola bakıyorduk ama belli etmeden. Dik, gözler. Kartal gözü gibi keskin. Tüm insanlık ondan medet umuyor gibi keskin ve vaatkar. Rakibine aman vermez dik bakışlar.
Sizi yoruyoruz ama, bir objektif değiştirmemiz gerekecek. En kutsal ve tarihi yerler için de en sahiplenici bakışınızı yakalamak istiyorum. Eee bu fotoğraf oralara kadar gidecek. Hamiliğiniz hissedilmeli bakışınızdan. Gücünüz. Vizyonunuz duyulmalı. Kimsesizlere kimse umutsuzlara umut olacak bakışınız. Yeter ki şu dik bakışı bir yakalayalım. Hatta o bizi yakalasın. O bizi sarsın ki biz fotoğrafı alabilelim. Güneş nasıl en dik açıya geldiğinde her yeri aydınlatırsa sizin de bakışınız o konumda olsun. Zaman batının ve doğunun ortasında zapt edilsin.
***
Bir yakalarsak o dik bakışı bir kez kayıt altına alırsak sanki bütün aynaların tozu kalkacak, görmez gözler açılacak, duymaz kulaklar duyar olacak. Gönüllerin bekleme ateşi sönecek. Şöyle bakışlar, geçitleri, yol kenarlarını, apartman cephelerini, tren istasyonlarını, metro duraklarını her yeri saracak. O bakışı destekleyen açık kollar kendisine koşanları sımsıkı saracak. Oldu. Evet, çektik. Bakın. Dik bir bakış. Bizi bile nasıl yakaladı. Dik. Dimdik. Hepimiz içindeyiz. Dikkat.