İlkin gökyüzünün maviliği ile yarışan kehribar yapraklı kavakların hışırtısı çağırıyor beni. Neşeli bir halaya girmişçesine sabahın serinliğinde bütün dirilikleriyle, ince, zarif yaylanışlar, göz okşayan salınışlarla yan yana dizilmişler. Uzaktan bakanlara aldanmayın Kasım ayının girmiş olmasına, güzün kılıç kirpikleriyle baş uzatmasına. Baharı yazı değil asıl sonbaharı düşleriz. Ne zaman ki birer altın ketenine döner dalımız budağımız işte o vakit göğü delmek hüner sayılır bize. Bu seslenişi benden öncen duymuşçasına ve buraların mülkü bizimdir dercesine mağrur bir karga sürüsü önce saçaklanarak sarı yapraklara dalıyor sonra da göğün duru ve derin maviliğini yırtarak savruluyor. Sanki siyah onların teninde canlı birer kara elmasa dönüyor. Dileyen birer inci yontabilir bu görüntüden. İsteyen yaprak hışırtılarının çağrısında faniliğin kumaşını biçebilir.
Oturduğum yerden usulca kalkıyorum. Hem bu halayı yakından izlemek hem de anın sürprizlerine tabi olmak istiyorum. Bir şiirin içine yüze yüze dalar gibi yürüyor önce karşıdan bir süre onları seyrediyorum. Biliyorum aralarına karışıp diplerine oturduğumda görüntü daha da değişecek. Gözenekli gövdelerden nazenin dallara değin bambaşka bir hava oluşacak. Sırtüstü uzanıyor ve teslim oluyorum. Bir dizi kavak ağacının bu yüksek Anadolu platosundaki samimiyetine gülümsüyorum. Kavağa türküyle onun şehirden kovulmuşluğu arasında bir anlığına zihnimin uzayında gidip geliyorum.
Tabiatta bir sıfat veya sosyal statü olarak aşağısı ve yukarısı yoktur. Aşağı da yukarı da insanın uydurması. Bütün canlılar kendilerine has bir olumlu hiyerarşi ile yer tutarlar doğada. Keçiler sakallarıyla Anadolu’ya filozof olurken atlar geçmiş Roma sütunları gibi direnirler. İnsan belki bu hiyerarşinin geometrisini çözdüğünde kendisi üzerine de düşünmeye başlar. Şunca yüz yıldır o çoktan tabiatın bu diyalektiğinden kopmuş olacak ki paraya ve güce göre konum belirliyor, ontoloji üretiyor. Bir süre daha kulaklarıma, saçlarıma nazikçe dokunan otlardan huylanmadan yukarı bakıyor ve belki bir daha hiç tekrarlanmayacak bu anın huzurunda kaybolmak istiyorum. Zaman dursa, vakit artmasa geceyi bekler, bin bir ses ve hışırtıyla yukarıda belirecek yıldızların düşüne dalardım. Fakat hareket zamanı. Gün sınırlı. Daha görülecek yerler var.
Kısa bir süreliğine de olsa şehirlerin ufuksuz duvarından tabiatın kucağına koşan kişi şanslı sayılır. Kavaklara son kez bakıp yola koyuluyorum. Birazdan çıplak fakat çok çekici dağ eteklerini geride bırakıp eski uygarlıklardan miras kaleleri gezeceğim. Daha daha yüksekte, dağların başında, tül inceliğinde kar tabakalarına gizliden fal baktıracağım. Bir süre sonra iklim sertleşecek, dağların yüz çizgileri kaybolacak. Bu muhteşem dağlar kendilerine pek yakışan kar mantolarına bürünecekler. İşte iki yandan akar suların sardığı bir vadide ilerliyoruz. Arabayla sağa dönüyor ve bir süre tırmanıyoruz. Urartu kalelerinden biriyle buluşacağız. En uç noktada aşağı ile yukarısı bir kere daha selamlaşıyorlar. Arada kümesinden kopan çapkın bir bulut parçası güz yeşertisi toprakların üstündeki koyun sürüsünü bürüyor. Köpekler biraz huylanıyorlar ama istiflerini bozmuyorlar. Binlerce yıllık taşlara dokunuyorum. Bastığım yerde sessiz ve düğümlü bir dil yatıyor, hissediyorum. Her insan biraz acemi bir arkeologdur. Ve her insan yüzünde çok eski ve yıkılmış kaleleri hatırlatan izler vardır.
Oturacak başka bir taş buluyorum. Bitmiş bir aşk acısını unutmak için çok uzak bir ülkeden buraya gelmiş gibi gözüken turist bir çifte rastlıyorum. Kadın hüznü okunmasın diye yüzünü karşı tepelerin kıraç rengine eş bir eşarpla sarmış. Merhaba diyorum onlara. Sonra da binlerce yıllık kerpiç duvarların oluşturduğu odacıktan hışımlı bir su gibi akan güneş ışığına basıyorum. Daha fazla kalmasam iyi olacak. İsmini çok duyduğum Hoşap Kalesi yakında. Okuduğum metinlerden kanatlanmış da kollarını açmış. Yol gözlüyor. Merak ve heyecanla tekrar aşağı iniyor ve yola, Hoşap kalesine koyuluyoruz. İlk kez görülecek olanın kıvrımı yorucu yol olmaktan çıkıp çıngırakları uzaktan duyulan kervan müjdesine bürünüyor.
Gidilecek olana gidilir. Uzun yol tükenir. Hoşap Kalesini de ilk kez gören gözde bir Ortaçağ duygusu kabarır. Edebiyattan haberliyse o göz Tatar Çölü’nü hatırlar. Bastiani Kalesi olsa olsa böyle bir yerdir. İnsan akılla hayal arasında bu dağların rüzgarlarında gidip gelir. Düzlükten yukarıya çıktıkça nefes alışverişi sıklaşsa bile görüş alanı genişler. Az önce üstünden geçtiğiniz ve kaleyi nazikçe saran su sesi de kesilir. Yukarı, bulutlara, göğe, yıldızlara kayan bir içleniş başlar. Ne kadar güvenlik duygusu taşlarına sinerse sinsin unutulmuş nice ölüm isi burçlardan sarkarsa sarksın şimdiki zamanın bakışıyla o insan ruhunun yeni pencerelerinden birisi olmuştur. Aşağısı ile yukarısı arasındaki uyum hiç bir belgeye sığmayan barış isteğiyle çoktan imzalanmıştır.
Kavaklardan eski kale burçlarına, koyun sürülerinden elma kokularına, göl tuzlarından bulut kayışlarına değin hayatta saklı bir esenlik hep saklıdır da insan, ayağındaki çizmeler hiç eskimeyecek çenesindeki dişler hiç dökülmeyecek gibi kendi yonttuğu tahtlara kurulur bir ölümlü aşağı yukarı masalı anlatır. Sadece bugün değil üstelik. Bilinmeyen zamanlardan bugünlere. Durmadan.