Can Yayınları tarafından basılan Erdal Öz’e mektupları okuyorum. İlhan Berk, Edip Cansever, Yaşar Kemal, Gülten Akın, Aziz Nesin, Yusuf Atılgan, Behçet Necatigil, Ülkü Tamer ve nice şair/yazarın mektupları var kitapta. Farklı zaman aralıklarında gönderilmişler. 1980’lere gelinceye kadar mektupların ruhu daha bir ayrı. Sonrasında da yaşıyor yaşamasına o ruh ama anlaşılan yavaş yavaş hava değişiyor. Daha zor gidiyor insanların eli kaleme. Gitse bile mektuplar kısalıyor, o ilk yıllardaki heyecan azalıyor. Bunu yaş ilerlemesine, herkesin kimlik/ kişilik kazanmasına, zamanla oluşan yerli yersiz çekincelere de bağlamak mümkün. Ama 1950’lerin sonu ile 1960’ların başı arasında yazılan mektupların çok özel bir yeri var, hem şiir, edebiyat tarihimiz hem de tek tek şair, yazarların gelişmeleri, değişmeleri bakımından.
***
Mektupları okudukça kendi kendime sordum. Artık böyle mektuplar yazabilir miyiz? Hala böylesi mektup yazacak dostlarımız var mı? Ya da çağın, güncelin havası buna uygun mu? Herkes en son kime ve hangi gerekçe ile mektup yazdığını bir düşünmeli? Cevap biraz da burada. Mektup yok artık hayatımızda. Onun yerinde cep telefonu mesajları, e-mailler var. Özünde bir iletişim vazifesi görseler bile bu değil mektuptan beklenen. Bir mektup iletişim kurmanın ötesinde durur hep. İnsan mümkün olduğunca saf ve samimidir mektup karşısında. Çoğunlukla el yazısı ile yazılır. Muhatabına teslim olur. Yalın, duyarlı ve içtendir. İş mektupları, diplomatik mektuplar vs onlar bir yana, zamana atılmış insan çentikleri, ruh ve duygu düğümleridir onlar.
Mektup göndermek bir yana, eski mektupları asıl güzel kılan onları bekleyiştir. Mektup beklemek diye bir duygu vardır insanda. Heyecan, hayal, düş, nice hal iç içe geçer. O sebepten geçmiş zamanda bir meslek erbabı olmaktan öte geçmiştir postacı. Öznesi bu denli imgeleşen kaç meslek vardır? Diyeceğim, belki o bekleyişi de yitirdik. Sabrımız yok. Attığımız mesaj veya e-maile hemen cevap gelsin istiyoruz. Gelmeyince sinirlenip kafamızda olmadık senaryolar yazıyoruz. Sanki bizim olmaktan çıkıp da, boşlukta, bilinemez, muhatapsız bir mülkiyet kazanıyor elektronik mesajlar. Ama yapacak fazla da bir şey yok. Mektuba geri dönsek, kime, nasıl ve ne için yazacağız? Belki genç şair ve yazarlar bunu kendi etkileşimlerinin bir gereğine dönüştürebilirler.
***
Her bir bireyin yazdığı mektup değerlidir ilkin. Kalem ve kağıt arasındaki kalıcı buğulanma yazıya dönüşüp can bulduğunda, kelimeler hayattan koparılıp yazanın kumaşına büründüğünde içimiz titrer. Edip Cansever, buradaki mektuplar boyunca büyük bir yalnızlık içindedir. Alkol adeta oksijen çadırı olmuştur. Reis, diye hitap ettiği Erdal Öz’e adeta yazmakta olduğu şiirlerin mutfağını açar. Gülten Akın bir şair olarak değer görmemenin haklı serzenişleriyle doludur. ‘Ölüp gittikten sonra mı kadrimizi bilecekler?’ cümlesi onundur. Ülkü Tamer diline ne geldiyse, sanki kahvede konuşur gibi yazar. Yaşar Kemal ise, birkaç mektubu boyunca hiçbir sözünü sakınmaz. Cumhuriyet gazetesine fena halde kızmıştır. İlan bile verilmesini istemez. Aziz Nesin, Kemal Tahir, Füruzan paylarını alırlar bu keskin dilden. Yusuf Atılgan, Manisa’nın Hacırahmanlı köyünden yazdığı mektuplada yazar kişiliği kadar eserlerinin iç dünyasına dair çok önemli cümleler kurar. Bilge Karasu, neredeyse hep diplomatiktir. Yazar, şair biraz da mektubunda açığa çıkar, mektubunda ayrışır.
Zaman zaman tartışılır. Bu mektupları basmak doğru mu? Belli bir zaman diliminde belli duygu ve düşüncelerle yazılmış cümlelerin geneli bağlayıcı sakıncaları yok mu? Dedikodulara, varsa yalan yanlış bilgilere ne olacak? Hayatta olmayanlar cevap haklarını nasıl kullanacaklar? Sorular / sorunlar hepten gereksiz değil. Ancak, günümüz dünyasının kurak ve tekdüze iletişim ve yazı dili hatırda tutulduğunda, bir tek mektubun bile kaybolmasını istemiyor insan. Hele bu mektupların sahipleri edebiyatımızın vazgeçilmez isimleri olmuşlarsa.
Erdal Öz’e mektuplar şimdilik bir cilt. Anlaşıldığı kadarıyla devamı da gelecek. Acaba daha başka kimler mektup yazdılar Erdal Öz’e? Ve biz, geçmiş vakitlerin mecnunları olarak, şimdiden şikayet etmenin sıcağında ne kadar daha bu mektup şemsiyelerinin altında ferahlayacağız?