Dün geceden beri amansız bir derde tutulmuştu.
Aniden uyanmış su içmek için mutfağa yönelmişti. Eli koridordaki ışık düğmesine kendiliğinden gitmiş ve yine kendiliğinden her zaman olduğu gibi o büyük aynaya bakmıştı. Bakmıştı ama yürümüştü. Sonra da şimşek hızıyla geri dönmüştü. İlkin rüyada olduğuna vehmetti. Bu gördüğü bir kabusun parçası olmalıydı. Fakat içindeki susuzluk o kadar yakıcıydı ki onu her tür hayalin dışına itiyor bir an önce elinin soğuk bir bardağa değmesini istiyor, sonra da...Sonra da elini çenesine götürüp aynaya iyice yaklaşınca kavrayıverdi gerçeği. Ağzı yerinde yoktu. Yuvarlak, kara, mağara ağzı gibi bir çukur içe doğru derinleşiyor ama ne olduğunu bir türlü ele vermiyordu. Ne dişlerini ne de dilini görmesi mümkün değildi.
Sanki bu gördüğü bir iç ağızdı ve bu güne kadar yüzünde duran şey onun maketiydi. Tampon vazifesi görmüş ve bu iç ağzı korumuştu. Şimdi ne yapacaktı? Suyu nasıl içecek, yemeği nasıl yiyecek daha doğrusu nasıl konuşacaktı. Kollarını çimdikledi, olduğu yerde birkaç kez yaylandı. Cep telefonuna baktı. Her şey gerçekti. Dünyadaydı, yaşıyordu. Ağzı yerinde değildi.
Ne olduysa oldu, her şey sabah olup gün ışıyınca anlaşılır, olsa olsa çok derin bir uykunun kabuslarla örülmüş cilveleridir diyecek cinsten birisi değildi. Cep telefonundaki resimlerini açtı. İşte oradaydı. Ağzı, ince alt dudağı ve bir denizin geniş kumsalına benzeyen üst dudağı ile kendi ağzı. İşte başka bir fotoğraf. Son katıldığı bir anma toplantısında bütün heyecanını toplamış karşısındaki kitleye mucizeler saçıyordu. Hepsi ama hepsinde yerli yerindeydi her şey. Ne olmuştu acaba? Böyle, birdenbire, ağrısız sızısız, adeta mucizevi bir şekilde ağzı yüzünden çekilmiş bilinmeyen bir yere götürülmüştü. Ya da kim bilir bu tamamen kendi ağzının marifetiydi. Ondan bıkmış, sıkılmış, yorulmuş, kendi varlığına, biçimine uygun yaşamadığını düşünmüş ilk fırsatta, bu gece, olduğu yerden kaybolmuştu. Onunla yeterince güzel öpüşmemiş olabilir miydi? Tam ona layık ateşin cümleleri yerli yerinde kullanmamış mıydı yoksa? Bakımsız mı bırakmıştı? Neydi neydi?
Gitti masanın üstüne baktı. Acaba orada olabilir miydi? Ya kitap raflarının önü? Televizyon sehpası? Mutfak tezgahı, buzdolabının üstü? Yoksa pantolonunun cebinde miydi? Güneş gözlüklerinin kılıfları, saksılar, çamaşır makinesi onu bir süreliğine misafir etmiş olabilirler miydi? Sonra kendi kendine konuşmak istedi. ‘Nasıl olur, bir insanın ağzı nereye gidebilir?’ diye mırıldanacaktı. Iııhhh. Hayır, işte bu mümkün olmadı. Tekrar denedi. Tekrar, tekrar. Beyninden akan cümle ağzında şekillenmiyor, sese dönüşmüyordu. Evde yalnız olmasa birini uyandırır, yüzünü gösterir, yardım dilerdi. Şimdi bu inkansızdı. Telefon etmek geldi aklına ama bu da aynı hızla söndü. Ne diyecekti? Nasıl anlatacaktı? Sakin, sakin ol dedi kendi kendine. Ağrın sızın yok. Bu bir tuhaflık. Elbette anlaşılır. Bir yandan da şaşırıyordu bu telaşsızlığına, sanki bunu bekliyor, biliyor muydu?
Evin bütün odalarını dolaştı. Her yere baktı. ‘Ağzım, canım güzel ağzım, neredesin, çık ortaya’ demek isterdi. Bundan zevk de duyardı ama şimdi hiç bir şey buna elvermiyordu? Tamam, Edward Munch’ün tablosunda da bir adam ağzının içine doğru yitiyordu. Lakin o bambaşkaydı. Acaba son zamanlarda yanlış bir iş mi işlemişti? Büyük günaha mı girmişti? Cinlerin, iyi saatte olsunların bir düğünü müydü bu? Son yazılarında, son konuşma ve tivitlerinde o kadar net ve inançlı olmuştu ki zaten sevilmemesi mümkün değildi. Aman Allah! Birden irkildi!
Cep telefonuna mesaj gelmişti. ‘Erken saatte merkeze gelin, yüzünüzü görünmeyecek şekilde kapatın. Kimse ile iletişime geçmeyin. Ağzınız emin ellerde. Sizi bekliyoruz.’ Rahatladı. Demek ki onların işiydi. Ama ağrısız sızısız, böyle kanatıp acıtmadan bir ağız nasıl sökülebilirdi? Tıp ve teknik bu denli ilerlemiş miydi? Saate baktı. Vakit çoktan yaklaşmıştı. Duşa girdi. Giyindi, ağzını maske ile kapattı ve çıktı.
Merkeze ulaştığında görevli onu ayakte ve gülümseyerek karşıladı. ‘Buyrun, sizi bekliyorlar’ dedi. ‘Dün gece gelişinizle çıkışınız bir olmuştu.’ Demek haberi var bu görevlinin de , fakat, dün gece, ben, yoksa uyuttular mı, önce buraya.Sonra...Aklı karıştı. Kapı açıldı. İçeride düzgün giyinmiş, takım elbiseli, aynı yaş ve boyda dört kişi vardı. Dört yüz, dört ağızla birden konuştu. Sesleri aynıydı. ‘Ağzınızın bir kaç mini köşesindeki sorunu hallettik. Oturun. Takacağız.’ Taktılar. ‘Haberim niye olmadı’ dedi. Konuşuyordu. ‘ Konuşabiliyorum’ Dört ağız aynı anda, aynı şekilde gülümsedi. Şimdi beş ağız olmuştular. Sesleri, biçimleri eşleşmişti bütün ağızların.