Türkiye’de vatandaşta kriz algısı en çok TL’deki sert değer kayıpları ile ortaya çıkar. Bu kırılmalar, sadece kurdaki değişimle sınırlı kalmaz, tüm ekonomik göstergeleri de etkiler. Özellikle ithalata dayalı üretim ve ithal ürün tüketiminin yüksek olduğu ülkemizde TL’deki değer kaybı hızla fiyatlara yansır ve bir anda yüksek enflasyon ortamında buluruz kendimizi.
TL’nin hızla değer kaybettiği dönemlerin arkasında ise iki temel unsur öne çıkar. Hikaye “genellikle” şöyle gelişir.
Öncelikle ekonomik koşullarda dengesizlikler artmaya başlar. Ekonomik veriler, Türkiye’de döviz açığının arttığına işaret eder. Artan bu döviz ihtiyacı, dövize olan talebi arttırsa da piyasa düzeni içerisinde bu artışlar iki ileri bir geri şeklinde sınırlı kalır. Ancak tüm ekonomik aktörler, TL’nin değerindeki kırılganlığın gün gün arttığını hissetmeye başlamıştır. Ne iş yaparsa yapsın, üretici, tüketici ya da yatırımcı fark etmeksizin bir gözleri artık döviz piyasasındadır. Her an yabancı yatırımcı için bir el, TL için sat butonu üzerinde dururken, yerliler de döviz almak için fırsat kollamaya başlar. Buraya kadar olan, döviz açığı artan her gelişmekte olan ülkede olana benzerdir.
Ancak bu durum yukarıda da söylediğim gibi sert sıçramalara, TL’nin değer kaybında günlük, haftalık ölçekte sert kırılmalara neden olmaz. Ama tabiri caizse cehenneme giden yolun asfaltı atılmıştır! Kırılmalar için, sıçramalar için zemin hazırlanmıştır.
İşte o noktadan sonra bu tedirginliği yatıştırmak için adımlar atmak gerekir. Ancak bizde son yıllarda tam tersine asfalta bir kat daha asfalt atılır. Küresel ekonomik gelişmeler ya da iç ve dış politikadaki riskler, siyasetçilerin büyük becerisi ile aleyhimize işler. Son beş yıldır her sert sıçramada gördüğümüz gibi zaten tedirgin olan yerli ve yabancıyı TL’den kaçmaya hazır hale getiren ekonomik kırılganlıklara siyasi sorunlar da eklenir ve bir anda TL hızla değer kaybetmeye başlar.
Yani döviz açığı ile dengesi bozulan ekonomiye bir tekme de siyaset tarafından gelir ve biz sıradan vatandaşlar bir anda kendimizi bir krizin ortasında buluruz.
Merkez Bankası’nın son yaptığı Para Politikası Kurulu toplantısı sonrası yapılan açıklamada yer alan bir cümle de biraz bu anlattıklarım açısından dikkat çekici oldu. Merkez Bankası o metinde ihracattaki güçlü artış eğilimi ve aşılamadaki kuvvetli ivmenin turizm faaliyetlerini canlandırmasıyla yılın geri kalanında cari işlemler hesabının fazla vermesinin beklendiğini ifade ediyor.
Yani TCMB, TL’nin değerindeki sert düşüşlere neden olan döviz ihtiyacının ihracat ve turizm geliri ile kapatılacağına inandığını söylüyor. Bu beklenti gerçekleşince de dövizde sıçramalar olmayacak ve kur sakin seyredecek, maliyetler artmayacak, enflasyon da düşüş eğilimine girecek!
İki risk ise bu beklentiyi her an boşa çıkarabilir.
Birincisi petrol başta olmak üzere emtia fiyatlarındaki artış. Tüm dünyada ekonomik toparlanma bu şekilde devam ederse emtia fiyatlarında rekor seviyeleri görmeye devam edebiliriz. Aramal bağımlılığı yüksek olan ülkemizde bu gelişme ithalat için beklenenden daha fazla döviz ihtiyacı anlamına gelir.
İkincisi de Temmuz ayı ortasında olmamıza rağmen turizmde hala arzu ettiğimiz seviyeyi yakalayamamış olmamız ve turizm gelirinin yaz sezonunda beklenen kadar olmaması.
Bu beklentilerimiz boşa çıkarsa da yukarıda bahsettiğim ilk kat asfaltı oluşturan ekonomik dengesizlikler devam eder. Siyasi belirsizlikler ve gerginliğe bağlı ikinci kat asfalt ise şu şartlarda zaten sürekli gündemimizde.
Bir de metinde geçen bu cümle faiz arttırarak dışardan finansal piyasalara kısa vadeli yatırım çekme yoluna gidemeyen TCMB’nin işleri biraz da şansa bıraktığını gösteriyor.
Sizin anlayacağınız Merkez Bankası da bizim gibi davranıyor. Elindeki araçları kaybetmiş, ama umudu hep var!
Umarım her şey TCMB’nin beklediği gibi gelişir!
Aksi taktirde biz yine yukarıda anlattığım filmi bir kere daha izlemek zorunda kalırız.