Memlekete Ramazan geldi, hoş geldi safa geldi. Ama uzaktan bakınca görünen o ki Ramazan bu sene biraz neşesiz, biraz kekremsi bir atmosfer içinde geldi. İhtimal ki bunun bir sebebi, bütün ülke gündemini domine eden siyaset arenasında, iktidarından muhalefetine hemen herkesin adeta burnundan soluması, bir diğer sebebi de milletin korona virüs sebebiyle çok bunalması ve bu bunalma duygusunu her geçen gün daha da ağırlaşan ekonomik şartlara direnip ayakta kalma mücadelesi verirken de yaşamasıdır. Bu ciddi sıkıntıların Ramazan vesilesiyle elleri göğe kaldırıp, “Ya Rab! Şu mübarek Ramazan’ın hürmetine kovid 19 belasını defeyle, ekonomik sıkıntılarımıza karşı büyük bir ferec bahşeyle, Türk liramıza kıymet lütfeyle” diye yakarmakla veya hadis otoritelerince de zayıf kabul edilen bir rivayetteki “evveli rahmet, ortası mağfiret” ifadesiyle dinî dilek ve temennide bulunmakla bertaraf olmayacağı aşikârdır.
Şimdi birilerinin, “Sana ne memleketten; sen gittiğin yer hakkında yaz çiz” demek için huysuzlandıklarını görür gibiyim. Elbette Almanya hakkında da yazarım; hatta geçen hafta “Havadan Sudan Havadis” diye de yazdım, fakat hepi topu bir köşe yazısı kadar yazdım. Çünkü burada yazıp çizmeye değer denebilecek türden pek bir şey yok; her şey adeta “mâ-i râkid” gibi durgun ve suskun hâlde… Gerçi Almanya bağlamında birkaç mesele var yazmaya değer, fakat -ilginçtir- bunlar da yine bizim memleketle ilgili… Mesela, Almanya’daki önemli düşünce kuruluşlarından biri olarak kabul edilen Bilim ve Politika Vakfı’nın (SWP) kırk küsur sayfalık yeni/yepyeni Türkiye raporu önemli; ama bu rapor çerçevesinde yazılacak her şey sırf bizimle ilgili… Keza şimdilik “haber-i vâhid” durumunda olan ama ilerleyen günlerde “mütevatir” derecesine çıkacağı umulan bir siyasi rivayete göre Malatya Yeşilyurt Belediyesi’nin organizasyonuyla 45 kişi Almanya’ya gönderilmiş, fakat “çevreye duyarlı bireyler yetiştirme” eğitimi -ki şaka gibi- için buraya gelen 45 kişiden sadece ikisi (belediye başkan yardımcıları) Türkiye’ye dönerken, diğer 43 kişi Almanya’da sırra kadem basıvermiş… Gördüğünüz gibi, olayın son kertesinde ismi anılan ülke, Almanya; fakat ilçe belediyesinden organize heyetine, yani öznesinden nesnesine kadar olayın tüm bileşenleri yine bizimle ilgili… Bu yüzden, tüm denizlerimiz mürekkep, tüm ormanlarımız kalem olsa, bunların hepsi biter, ama bizde yazılacak mevzu bitmez…
Ramazan konusuna dönersek, bu sene Sultanahmet meydanında lebâleb dinî panayır kuruldu mu, bilmiyorum; ama korona virüs tedbirleri kapsamında panayıra izin çıkmadıysa, bazılarının “Ramazan’da dünyayı unutun” diye vaaz ü nasihat ederek epeyce bir dünyalık kotardığı bu panayırın kesada uğramasından derin üzüntü duyduğunu düşünüyorum. Fakat korona virüs sıkıntısı bu sene sona erdiği takdirde, gelecek Ramazan’da bu seneki kayıplarını fazlasıyla telafi edeceklerini ümit ediyorum. Çünkü bizim halkımız, konar göçer kültürden tevarüs ettiği genetik alışkanlıklardan ötürü dinî konularda hayli pratikçidir; bu yüzden, sağlam teorik bilgiyi veya bu bilgiyle gündelik yaşam pratiği arasındaki çelişkiyi pek önemsemez. Hâliyle, Orta Asya’dan yola düştüğü günden beri hafızasında saklı ve canlı tuttuğu türbe, yatır kültü ile sır, hurafe, menkıbe edebiyatını İslam’a ulayarak oluşturduğu folklorik din anlayışının icabını gelecek sene de büyük bir şevkle yapmaya devam edecektir.
Ramazan demişken, İstanbul’daki bazı selâtîn camilerinin minarelerine asılan mahyalardaki “vakit dua vakti” yazısına dair de birkaç kelam etmek gerekir. Dua çoğunlukla Allah’a el açıp lisân-ı kâl ile O’ndan istekte bulunmak diye telakki edilir ve bu yüzden de dua denince kulun Allah’tan sürekli bir şeyler istemesi akla gelir. Hatta bizim yaygın dua pratiğimiz, Mehmed Âkif’in şu dizelerindeki anlayıştan pek farklı değildir: “Hüdâ, vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak! O’nun hazîne-i in’âmı kendi veznendir! Havale et ne kadar masrafın olursa, verir! (…) Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin: “Yetiş!” de kendisi gelsin, ya Hızır’ı göndersin! Evinde hastalanan varsa, borcudur bakacak; şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak. Demek ki her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O; Çoluk çocuk O’na ait, lalan, bacın, dadın O; Vekîl-i harcın O; kahyan, müdîr-i veznen O; Alış seninse de mes’ul olan verişten O…”
Muhtemelen böyle bir sakat anlayışla ilgili olsa gerek, İslam geleneğinde duanın anlamsız ve faydasız olduğundan bile söz edilmiştir. Fahreddîn er-Râzî’nin Bakara 2/186. ayetin tefsirinde “kimi cahiller der ki” ifadesiyle aktardığına göre dua ile talep edilen şeyin vuku bulacağı Allah nezdinde biliniyorsa bunun için zaten duaya gerek yoktur; çünkü o şey nasıl olsa vuku bulacaktır. Yok eğer vuku bulmayacağı Allah tarafından biliniyorsa, bunun için dua etmek faydasızdır; çünkü vukuu imkânsızdır. Allah’ın meydana geleceğini ezelde takdir ettiği şeyin vukuuna engel olmak, takdir etmediğinin meydana gelmesini sağlamak mümkün olmadığına göre dua takdiri değiştirmez. Allah nezdinde her şey malum olduğuna göre dua ile ihtiyaçlarımızı O’na hatırlatmak, kulluğa yakışmaz…
Buradaki eleştirinin mantığı, en azından bir yönüyle, duanın Allah’tan sırf sözlü olarak hep bir şeyler istemek şeklinde telakki edilmesiyle alakalı görünmektedir. Oysa dua, istenen şeyin peşinde koşma iradesi sergilemektir. Yani dua etmek, her şeyden önce edip eylemek, çalışmak, didinmektir. Evet, Mü’min 40/60. ayette, “Bana dua edin, size karşılık vereyim” denilir; fakat bu beyan “Siz yeter ki isteyin, ben vereyim” demek değildir. Burada dua, ayetin devamında geçen “ibâdetî” (bana ibadet, kulluk) kelimesinin de işaretlediği gibi, fiilen müslüman olmaya, yani imanıyla, ameliyle ve tüm ahlâkî bileşenleriyle müslüman olma çabasına karşılık gelir. Bu çaba içerisinde kuşkusuz dille de niyazda bulunulur ve dilden dökülen ile fiilî olarak edip eylenen şey aynı noktada buluştuğunda, işte bu bütünlüklü dua -sünnetullah (Allah’ın değişmez tarih, toplum ve insan yasası) gereği- er ya da geç karşılık bulur. Kur’an’da “rabbi/rabbenâ” hitabıyla başlayan ve birçoğu peygamberlerin dilinden aktarılan mübarek dualar, fiilin/eylemin/didinmenin kavlî/lisani/sözlü isteğe eşlik ettiği dualar olarak anlaşılmalı ve böyle okunmalıdır.
Not: Gerek Çukurova gerek Marmara Üniversitesi’nde çalıştığım yıllarda, hemen her dönem başı, öğrencilere, “Rabbi veya Rabbenâ lafzını içeren 15-20 dua ayetini ezberleyip Tefsir dersi sınavında mealleriyle yazın, böylece hazır 20-25 puan kazanın” derdim. Bu şekilde verdiğim tüm puanlar helâl-i hoş olsun…