Immanuel Kant’ın “Zaman sessiz bir testeredir” dediğinden söz edilir. Evet, zaman sessiz bir testere gibidir fakat aynı zamanda insanın fani dünya üzerindeki ömür sermayesinin de gizem dolu imgesidir. Zaman gerçekten nedir, sorusunun cevabı sanırım hâlâ muğlak ve muallaktadır. Zamanı tanımlamak çok zordur. Zaman sürekli bir oluş ve akış mıdır veya dördüncü bir boyut mudur yahut gök cisimlerinin hareket ve konumlarıyla oluşan matematik referans sistemine göre hareketin düzenli sayımı mıdır, yoksa bunların hiçbiri ve dolayısıyla mevhum bir şey midir? Görünen o ki kesin cevap hâlen meçhuldür. Zaman birçok farklı kelimeyle Kur’an’da da çok sık zikredilir; ancak genel tarif burada da müphemdir. İslam öncesi Arap kültüründe zaman (dehr) kimi müşrik Araplarca “karşı konulamayan acımasız bir kozmik güç” gibi telakki edilmiştir. Câsiye 45/24. ayette, bazı müşriklerin, “Bu dünyada yaşadığımızdan başka bir hayat filan yoktur. Biz bu devran içinde yaşar ve ölürüz. Bizi ancak zaman denen şey öğütür” şeklinde materyalist bir görüşü dillendirdikleri belirtilmiştir.
Materyalist olduğu kadar da pesimist karakterli bu görüş çerçevesinde Araplar zamanı adeta “Pandora’nın kutusu” gibi algılamışlar ve bu kutunun içinde saklı kötülükleri “kaderin cilvesi”, “kahpe feleğin sillesi” gibi anlamlar yükledikleri “raybü’d-dehr”, “surûfu’d-dehr” gibi deyimlerle ifade etmişlerdir. Bu yüzden bir hadiste, Allah’a atfen, “Dehre (zamana) sövmeyin; çünkü dehr Allah’tır” denilmiştir. Hadisteki bu ilginç ifade zamanın sahibinin Allah olduğunu belirtir. Fakat Müslüman Türk halkı zamanın sessiz bir testere gibi insanı ağır ağır kesip doğradığını veya değirmen taşının tahılı öğütmesi gibi öğütüp ufaladığını gördükçe, “Dehr Allah’tır” hadisine muhalefetten çekindiklerinden olsa gerek, zamana yönelik sitem ve serzenişlerini felek üzerinden “kahpe felek” diye sayıp dökmüştür. Türk İslam kültüründe zaman kavramı ince ruhlu insanlara çok şiirler yazdırmış, çok türküler yaktırmış ama bu edebi ürünlere konu olan zaman çoğunlukla gam, keder, hüzün ve hayıflanma duygusuyla yoğrulmuştur. Bu durum kendi aczimize, faniliğimize ve zamanın karşısında eriyip gitmemize yönelik umarsız acımız ve ağıt yakmamız olmalıdır.
Yanılgı katsayısı her zaman yüksek düzeyde seyreden algılarımıza göre zaman sanki içimizden geçer; yani biz zamanın içinde akarken zaman da bizim içimizde akıp gider. Douwe Draaisma “Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer” adlı kitabında bellek, algı ve zamana dair ilginç sorular sorar. Mesela şöyle der: Bellek, sakladığı anılar konusunda “paşa gönlü nereyi isterse oraya oturan bir köpek gibi” keyfi midir? Yakın geçmişteki anılarımızı doğru düzgün hatırlayamazken, nasıl olur da en eski anılarımızı daha dün yaşanmış gibi hatırlarız? Ölüm anında hayatımız neden bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçer? Çocukluğumuzda bir ay gibi kısacık bir zaman dilimi bize son derece uzun gelirken, yaşlandığımızda aylar ve yıllar nasıl olur da biz ne olup bittiğini bile anlamadan su iki akıp gider?
Schopenhauer “Aforizmalar” adlı eserinde gençlik ve yaşlılık çağlarındaki zaman algılarına dair çok güzel tespitler yapar. Mesela şöyle der: Gençliğimizde, hayatımız için önem taşıyan ve büyük sonuçlar doğuracağına inanılan olaylar ve şahısların karşımıza davul zurnayla çıkacaklarını sanırız. Ama yaşlılık çağlarımızda geri dönüp baktığımız zaman bütün bunların sessizce arka kapıdan ve çıt çıkarmadan içeri süzülmüş olduklarını görürüz… Gençliğimizde zaman çok yavaş atar adımlarını, bu yüzden hayatımızın ilk çeyreği sadece en mutlu olan dönem değil, aynı zamanda en uzun dönemdir. Peki, ama geride bırakılan hayat yaşlılıkta neden çok kısa algılanır. Çünkü anısı az ve kısa olan yaşama kısa gözüyle bakılır. Yaşlılıkta hayatın anılar kataloğundan önemsiz ve nahoş olan her şey çıkarılır, bu yüzden geriye pek az şey kalır. Başlangıçta önemli görünen birçok şey, sık sık ve yeniden karşımıza çıktığı için yavaş yavaş önemsizleşir. İlk yıllarımızı son yıllarımızdan daha iyi hatırlıyor olmamız bu sebeptendir. Yaşam enerjisi açısından otuzlu yaşlarda faiz geliriyle yaşayan insanlara benzeriz. O yaşlarda bugün harcadığımız yarın yine elimize geçer. Ama daha sonraki çağlarda hep cepten yiyen ve her geçen gün sermayesini tüketen rantiyecilere benzeriz.
Yaşlılık çağında “artık miktar azalıyor” duygusu zihne çöreklenince zaman alabildiğine kıymete binip çok fazla önem ve değer kazanmaya başlar. Uzak geçmişi iyi hatırlayıp yakın geçmişi çabuk unutuyor olmak geçmişte yaşamayı kolaylaştırır. Bu durum doğal olarak zamanın hızla akıp gittiği algısına yol açar. Muhayyilede zaman kısalır. Bu arada arzu ve umut da azalır. Hayatımızın sonuna yaklaştıkça, “şu geçen bir yıl, şu üç yüz altmış beş gün nasıl oluyor da birkaç ay gibi geliyor bana” deyip durmaya başlarız. Elinden kayıp gitmekte olan bir hayata ve bu hayatta yaşanan acı tatlı her şeye bir anda veda edecek olma duygusu yaşlı insanı telaşlandırır. İşte bu telaş ve panik hâlinden dolayı zaman yaşlılıkta su gibi akar şekilde algılanır.
Bütün bunların yanında, insan kendi hayat macerasında çok kere feleğin sayısız sillesiyle şamar oğlanına dönüp acınası hale düştüğü halde, çektiği onca acının hırsını çoğu zaman, “O benim kıymetlim, ölsem bile ona kıyamam” dediği insanlara olmadık silleler vurarak felek adına tetikçilik yapmayı da marifet sanır. İnsan hakikaten çok garip bir mahlûktur. Çaresizlik içinde kıvrandığı zamanlarda uçan kuştan medet umar, merhamet diye yalvarıp yakarır; ama yakın sosyal çevresinin himmetiyle kendine aktif duyarsızlık direnci geliştirip kendini toparlayınca gaddarlık ve hayınlık mesleğine kaldığı yerden devam etmeye başlar. Ne yazık ki bu gaddarlık ve hayınlığı düşmandan ziyade güya en çok sevdiği insanlara reva görmeyi de kendine hak sayar.