İlim âleminde, anlam ve çağrışım itibariyle en güzel, en sıcak kelimeler ve kavramlardan biri, “müzakere”dir. Çünkü müzakere her şeyden önce müşareket, müştereklik, işteşlik belirtir. Müzakere özellikle ilim meclislerinde “akıl akıldan üstündür” atasözünü akla getirir ve bir mesele hakkında karşılıklı görüşüp konuşmayı, fikir teatisinde bulunmayı belirtir. Bu bakımdan müzakere ilmî alanda çok seslilik, çok renklilik, zenginlik, verimlilik anlamına gelir. Sempozyum, çalıştay gibi ilmî faaliyetlerde müzakere en az bildiri/tebliğ kadar önemlidir. Çünkü müzakereci, tebliğ sahibinin gözden kaçırdığı, maddi hata yaptığı yerlere dikkat çekebilir; tebliğde eksik kalan hususların tamamlanmasına ilişkin tekliflerde bulunabilir veya tebliğde irdelenen konuya daha farklı bir zaviyeden bakılmasına ilişkin ufuk açıcı önerilerde bulunabilir ve bütün bunlar ilmî bir meselenin çok daha etraflı ve olgun biçimde ele alınıp ortaya konulmasına ciddi katkılar sağlayabilir.
***
Ne var ki bütün bunlar, “ilmî müzakere”nin olması gereken şekliyle ilgilidir ve reel düzlem açısından ne yazık ki büyük ölçüde dilek ve temenniden ibarettir. Müzakerenin bir de olan şekli vardır ki bu şekil özellikle bizim İlahiyat akademyasında caridir. Hemen her sempozyumda bizzat tanıklık ettiğimiz üzere bizim camiada müzakere daha ziyade çok tuhaf bir hırs, ihtiras, şehvet-i kelam ve kifayetsiz muhterislik meselesi, hatta “fırsat bu fırsat” modunda bir hesap görme psikolojisi ve dahi kırmızı görmüş boğa psikolojisiyle icra edilen bir köylülük ameliyesidir. Müzakere geleneğimiz “kifayetsiz muhterislik” kadar, salt “kifayetsizlik” illetiyle de mualleldir. Sözgelimi, tebliğci bir ekol ya da mezhebin İslam düşünce tarihindeki izdüşümlerini irdeler ve bu konuda müzakereciden ilmî/fikrî katkı bekler; ama bir de bakarsınız ki müzakereci zat kendisine ayrılan sürenin neredeyse tamamını, bir Türkçe öğretmeninin kompozisyon sınav kâğıtlarını okuma tarzından farksız değerlendirmelerle heder eder. Yani müzakere etmekle yükümlü olduğu bildirideki fikir örgüsünü anlamaktan aciz oluşunu, metindeki virgül, noktalı virgül eksikliklerini tespitle kapatmayı hedefler ve nihayet kendince altın vuruş olarak gördüğü, “Tebliğci konuyu anlamamış” mealindeki bir spot cümleyle tebliğcinin defterini dürdüğünü zanneder.
Evet, aynen böyle, tıpkı bir karikatür gibi, sayısız müzakere ve müzakereci gördüm ben bu bizim camiada. En sonuncusuna da daha birkaç gün önce denk geldim ve ne yazık ki bana ait bir tebliğin sözde müzakeresi/müzakerecisi olarak şahitlik ettim. Programda, “Zâhirî Anlayışın İslam Düşüncesinde ve Çağdaş Selefîlikteki İzdüşümleri” başlıklı bir tebliğ sunmuş ve tebliğin giriş kısmında Zâhirî anlayışın ilk ve ibtidai örneklerine sahabe devrinde de rastlanabileceğine ilişkin bir tespit çerçevesinde, Kur’an’daki “siyah iplik-beyaz iplik” tabirinin sahâbî Adî b. Hâtem tarafından bilindik iplik olarak anlaşılmasından ve Hz. Peygamber’in Adî b. Hâtem’e, “inneke le-arîzü’l-kafâ” (Not: Bu nükteli ifadenin manası için hadis kaynaklarına bakılabilir) diye mukabelede bulunmasından söz etmiştim. Bu noktada, “Zâhirî okuma ve anlamanın ilk, iptidai, yani henüz tam şekillenmemiş ve sistemleşmemiş örneği” anlamında kullandığım “ilk ve primitif örnek” tabiri, “müzakereci profesör” tarafından, “Sen sahabeye ilkel dedin” şeklinde değerlendirildi ve işte tam bu kertede keçileri kaçırmak mukadder hale geldi. Her neyse, o gün orada, bütün bu garabetlere tanıklık eden birçok genç İlahiyatçı araştırmacıdan biri, iki gün önce şahsıma ithafen kaleme aldığı bir şiir gönderdi. “Serzeniş” başlıklı şiir, o gün orada yaşadıklarımız da dâhil ilim camiamızın umumi manzarasını şöyle tasvir ediyordu:
***
Ehl-i ilme sual eyledim bir gün/Âlem-i ilimde ahvâl nasıldı?
Gözünde bir efkâr, yüzünde hüzün/Önce bir âh çekip, şöyle söz aldı:
Her zamanki gibi sığlık revaçta/Ben itidal derim; gözler hep uçta
Cefâkârlar sanki boşa kulaçta/Mesnetsiz delilden sıdkım sıyrıldı
Akıl uyur; zâhirîlik ayılır/İlmin özü tenkit, küfür sayılır
İlim diye ezbercilik yayılır/Kupkuru nakilden sıdkım sıyrıldı
Kör taklide revan ehl-i taassup/Niyeti gayeyi göz ardı tutup,
Her söylediğime buluyor bir kulp/Söz çarpıtan dilden sıdkım sıyrıldı
Ben gitmek diyorum, o durmak anlar/Ben gövde diyorum, o tırnak anlar
Ben hedef diyorum, o parmak anlar/Cühelâ - cahilden sıdkım sıyrıldı
Dedim usûl - yöntem? Dedi anlamam/Dedim maksat - bağlam? Dedi tınlamam
Dedim akıl - izan? Dedi boş kelam/Körkütük gafilden sıdkım sıyrıldı
Kırmızıyı gören boğa misali/Anlamadan saldırıyor ahali
Bilmem ki onlar mı, ben miyim deli/Üslûbu rezilden sıdkım sıyrıldı
Lâ havle çeksem de dayanmıyor can/Devamlı önyargı, daim suizan
İllallah eyledim laf anlatmaktan/İdrak ı zelilden sıdkım sıyrıldı
Hakan’ım, dedim ki: Hocam aldırma/Başını ilimden aman kaldırma
Dedi ki: haklısın, velakin amma/Tahsilsiz tahsilden sıdkım sıyrıldı.
Hakan Atalay