Başlıktaki iki tabiri birkaç ay önce instagram hesabımda da paylaştığım bir eserden, Thomas Bauer’in “Müphemlik Kültürü ve İslâm: Farklı Bir İslâm Tarihi Okuması” (çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul 2019) adlı eserinden ödünç aldım. Bauer, bugün dinî düşünce alanında hemen her birimizin az çok muallel olduğu müzmin bir hastalığa dair çok önemli tespitler içeren bu eserinin önsözünde müphemlik kültürü ve hoşgörüsüne dair şöyle der: “Belli ki birilerinin kendi norm ve değerlerinin münhasıran geçerlilik kazanması için dayatmadığı, birbiriyle bağdaştırılması zor olan normların ve değerlerin yan yana durabildiği toplumlar vardır; dahası, belli ki birbirine aykırı normların ve değerlerin bir ve aynı bireyde barış içinde yan yana barınması mümkündür. Böylesi toplumlarda insanlar hayatın belirsizlikleri ve çok anlamlılıkları karşısında daha rahattırlar; sorgulanamaz hakikatlere erişmek yerine, muhtemelin arayışı içinde olmaya razıdırlar… Bu fenomeni tasvir etmek için, psikolojiden gelen ve kültür bilimlerinde henüz hak ettiği yeri bulamamış olan müphemlik hoşgörüsü kavramına el atıyorum. Oysa kültürler ve çağlar, büyük ölçüde, insanların çokanlamlılığı, müphemliği, çeşitliliği ve çoğulluğu nasıl hissettiklerine ve bununla nasıl baş ettiklerine bağlı olarak farklılaşırlar. Bazı zamanlarda ve yerlerde insanlar bütün müphemlikleri olabildiğince yok etmeye ve bir kesinlikler ve mutlak hakikatler dünyası yaratmaya çalışırlar. Başka yerlerde ve başka zamanlarda ise insanlar müphemliği gemlemekle yetinirler. Dünyayı anlamanın ve yorumlamanın sonsuz olanakları burada da azaltılır. Fakat bu olanakları tasfiye etmeye değil, sadece onları beraber iyi yaşayabilecek şekilde evcilleştirmeye çalışır orada insanlar. Geriye kalan çeşitlilikten de şüphe edilmez, minnetle rıza gösterilir.”
Bu tespitlerin tümüne kalıbımı basarım. Zira bugün özellikle dini ve temel dinî metinleri anlama ve yorumlama konusunda yaşadığımız en büyük sorun, müphemlik kültürüne ve hoşgörüsüne karşı sergilenen müthiş direnç ve tahammülsüzlüktür. Belli ki İslam kültürleri, Bauer’in ifadesiyle, geçmişten bugüne geçirdikleri dönüşüm içinde, modernleşme süreçlerini müphemlik olgusunu tahrip eden bir süreç olarak yaşıyorlar. XIV. yüzyıl İslam âlimleri Kur’an’ın değişik tefsirlerini bir zenginlik ve zenginleşme sayarken, günümüz müslümanları için Kur’an’ı farklı okuma tarzlarının varlığı bile katmerli bir rezalettir. Geleneksel İslam âlimleri Kur’an’ın mütalaa olanaklarının çoğulluğunu methederken, günümüz Kur’an yorumcuları, ister Batı’da olsun, ister Doğu’da, ister fundamentalist olsun ister reformcu, Kur’an metnindeki bir parçanın yegâne hakiki anlamını kesin olarak bildiklerine inanıyorlar. Klasik çağın âlimleri için görüş farklılığı, Hz. Peygamber’in malum hadisi uyarınca, ümmet için bir nimet sayılırken, bugün birçoklarınca kökü kurutulması gereken bir hastalık addediliyor.
Günümüz İslam dünyasında dinî meselelerin çok anlamlılığa ve yorum farklılığına açık şekilde ele alınıp değerlendirilmesinin ciddi bir tehlike ve tehdit gibi algılanmas,ı birkaç yüzyıllık maziye sahip olan modernleşme tecrübesinin topyekûn inhitat, inkıraz ve çok boyutlu mağlubiyetlerle şekillenen koskoca bir travmaya karşılık gelmesiyle ilgilidir. Bütün bir İslam dünyasını çepeçevre kuşatan ve müthiş bir özgüven kaybına yol açan travma psikolojisi ya apolojiye sığınma ya nefret diline savrulma ya müphemlik ve melezliği bidat sayma gibi algılar yaratmıştır. Bunun neticesinde ortay çıkan şey, Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” adlı eserinde -ki bu eserin okunması, eğer okunmuşsa bir kez daha okunması tavsiye edilir- çarpıcı biçimde tasvir ettiği “geleneksel toplumlarda kültürel şizofreni” olmuştur… XX. yüzyılın başlarında ıslah-tecdit söylemiyle kendinden çok söz ettiren neo-selefî düşüncedeki öze dönüşçü, özcü ve inhisarcı söylem tarzı da aslında söz konusu travma psikolojisinin bir yansımasıdır. Aslında Selefîlik, ister İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye’nin öncülük ettiği klasik versiyonu, ister son yüzyılda Muhammed Abduh, Reşid Rızâ, Cemâleddîn el-Kâsımî gibi isimlerce temsil edilen yeni versiyonu olsun, çok çalkantılı dönemlerde “Sıla”ya (Sadr-ı İslam) dönüş özlemiyle zuhur eden ve temelde genel kriz yönetimini hedefleyen din referanslı bir ideolojidir. Selefî ideolojinin temel özelliklerinden biri, “öz kültür” diye bir şeyin mümkün ve mevcut olduğuna inanması, kültürel melezlikten hiç hoşlanmaması, dinî alanda müphemliği tehdit gibi algılaması, tek hakikatçilik gibi naif bir iddiayı savunması, anlamsal çokluk ve yorumsal çeşitliliği inhiraf saymasıdır.
Bugün kendilerini Hanefî-Mâtüridî çizgide “Ehl-i Sünnet”ten sayan birçoklarının gerçekte kusursuz denebilecek bir Selefî kafa yapısına olmaları da İslam dünyasının birkaç yüzyıllık modernleşme sürecini tam bir travma olarak yaşamasıyla alakalı bir durumdur. Pakistan ve Afganistan gibi coğrafyalarda Hanefî kimlikli sayısız müslümanın Taliban’a dönüşmesi de yine aynı travmanın ibret verici bir sonucudur. Gelinen noktada, müphemlik kültürü ve hoşgörüsünün yeniden fark edilmesi ve bu hoşgörünün İslam medeniyetinin canlanmasına vesile olacak büyük bir imkân olarak görülmesi gerekir. Gerçi Bauer’in dediği gibi başkaları bizim hakikatlerimizi benimsemeyebilir; fakat bu kendi hakikatlerimizden başka bir hakikat olmadığına inandığımızda tehlikeli olabilir. Kendi inandığımız hakikatler dışında başka hakikatlerin de olabileceğini ancak öteki hakikatleri kendimizinkinden vazgeçme ve göreceli hâle getirme mecburiyetine yol açmaması durumunda kaldırabiliriz. Bu da yine dünyanın çok anlamlılığını kabullenmeyi gerektirir ki bunun için de yüksek bir müphemlik hoşgörüsü gerekir.