1980’li yılların ilk yarısında, yani Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okuduğum yıllarda, bir taraftan öğrenci evlerinde kaldığımız cemaatin 'Tasavvufi Ahlak', 'Nefsin Terbiyesi', 'Ehli Sünnet Akaidi' isimli kitaplarını, bir taraftan da cemaat abilerinden gizli saklı şekilde Ali Şeriati, Mevdudi, Seyyid Kutub gibi müslüman düşünürlerin berbat şekilde tercüme edilmiş eserlerini okurduk.
Fakülte yıllarından sonra ve biraz da İran devriminin estirdiği rüzgârla Ali Şeriati çizgisi fikir dünyamızda daha belirleyici denebilecek bir hal aldı. Açıkça itiraf etmeliyim ki fikir örüntüsü İran, Pakistan, Mısır üçgeninde şekillenen İslamcılık dünyamızda İslam her zaman ideolojik kalıplar içinde algılandı; bu yüzden de İslam’la samimi/sıcak bir duygu ve gönül bağı pek kurulamadı. Yani “İnsanın Dört Zindanı”, “Medeniyet ve Modernizm”, “Fatıma Fatımadır” gibi kitapları harıl harıl okuduğumuz zamanlarda cami avlusunda ezan ve namaz vaktini bekleyen İslamcılarımıza pek rastlanmadı.
Akademik hayata intisap ettiğimiz dönemde, belki de kendini beğenmiş İslamcılığımızın geleneksel İslam anlayışını -“halk dindarlığı”na yönelik aşırı tepkiyle- çaput bağlayıcılığından farksız görmesinin de etkisiyle ilmî çerçevede eleştirel ve sorgulayıcı bir düşünce çizgisine meylettik. Bu süreçte Fazlur Rahman, Hasan Hanefî, Nasr Hâmid Ebû Zeyd gibi isimlerin görüşlerinden çokça istifade ettik. Akademik alanın gerekli kıldığı mesafe ve mesafelilik sebebiyle İlahiyat alanında ortaya koyduğumuz çalışmalardaki eleştirel ve sorgulayıcı tavır ne yazık ki “tarihselcilik” ve “neo-oryantalistlik” gibi yaftalarla yaftalandı. Oysa biz akademik alanda vaaz, nasihat ve irşad gibi hizmetlerde bulunmak amacıyla çalışmıyorduk. Herhalde bizden beklenen şey, folk İslam’ın genel kabullerine uygunluk şartına bağlı çalışmalar yapmak ve aynı zamanda vaaz-irşad hizmetinde bulunmaktı.
Kendi adıma konuşursam, İlahiyat alanında yaptığım ilmi ve akademik çalışmalar benim imanım ve dindarlığımla doğrudan irtibatlı şeyler değildir. Keza bu çalışmalar İslam’ın herhangi bir ideolojiyle irtibatlandırılmasına ve dahi siyasete angaje kılınmasına vesile olacak şeyler de değildir. Kuşkusuz, kendi alanımla ilgili araştırma-incelemelerim ve yazıp çizdiklerim dinî alanda bugüne kadar doğru bildiğim birçok şeyi kritik edip gözden geçirmeme sebebiyet vermiştir; ancak buradan ortaya çıkan nihai sonuç, “herkesin doğru bildiği şeyi peşinen doğru kabul etmemek gerektiği” düşüncesine kail olmaktan fazla bir şey değildir. Daha açık biçimde söylersem, İlahiyat alanındaki çalışmalarım, bana klasik Sünnî kelam ekollerinin mutlak doğru olarak önüme sürdüğü içerikleri sorgusuz sualsiz kabullenmenin ve/veya fıkhî alanda asla değiştirilemez anayasa maddesi gibi algılanan hükümlerin tarih-üstü değer içerdiği fikrini benimsemenin pek isabetli olmadığını göstermiştir. Yine kendi alanımla ilgili çalışmalarım, en başta Tanrı tasavvuru olmak üzere dinî alanın temel konularında sadece muayyen bir mezhebin doğru kabul ettikleriyle sınırlı bir fikir, görüş ve inanç sahibi olmanın da pek isabetli olmadığını öğretmiştir.
Bugün geldiğim noktada, dinî alanla ilgili olarak muayyen bir mezhebî kimlik ve aidiyetin ötesinde İslam ilim ve fikir mirasının hemen her boyutundan istifade etmenin daha doğru bir yaklaşım olduğuna, yani Gazâlî’nin hatırına Farâbî ve İbn Sinâ’ya, İbn Teymiyye’nin hatırına Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye bigâne kalınmaması gerektiğine inanıyorum. Aynı şekilde Sünnî kelâmî prensipler hatırına “vahdet-i vücud” ve “vahdet-i şühûd”a burun kıvrılmaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü artık geçmişteki hiçbir temel mezhebî görüşü “dogma” gibi görmüyorum. Keza İslam’ı da İslamcılık denen ideolojinin kalıplarına sıkıştırılmış bir söylem olarak telakki etmiyorum ve bu yüzden de hayli zamandan beri İslamcılıktan teberri ettiğimi belirtmek istiyorum. Kısacası, kendimi İslamcı filan değil, sade bir müslüman olarak görüyorum. Öte yandan, itikâdî alanda Sünnî kelamdan istifade ettiğim kadar Mu’tezile kelamından ve hatta İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye gibi isimlerin görüşlerinden de istifade ediyorum. Kişisel dinî hayatımda ise sözgelimi Mehmet Zahid Kotku’nun vaaz ve nasihatlerini önemsediğim kadar Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin, Yunus Emre’nin, Ahmet Yesevî’nin, Hacı Bektaş’ın öğretilerine de büyük değer atfediyorum. Hülasaı, ben kendimi belli bir mezhebin, belli bir ideolojinin kurşun askeri olarak algılamadığım gibi belli bir düşünce sisteminin yılmaz bekçisi olarak da görmüyorum. Tabir caizse ben kendimi bağlantısızlar hareketine üye ülkeler gibi görüyorum ve dolayısıyla etrafımda kim var kim yok diye bakmadan kendi yolumda tek başıma yürüyorum.
Not: Hesabımın hacklenmesinden dolayı instagram mecrasındaki prof.dr.mustafa.ozturk isimli hesabımı kapattım. Sosyal medyada başka hiçbir hesabım yoktur. İnstagram, twitter ve facebook gibi mecralarda benim adıma açılan hiçbir hesapla da ilişkim yoktur.