Hz. Peygamber’in Mekke döneminde yaşadığı zorluklar ve sıkıntılar üzerine onun gönlünü ferahlatmak için indirilen İnşirah suresinin beşinci ayetinde “zorluk varsa elbet kolaylık da vardır” (fe-inne mea’l-usri yüsran) denilmiş ve bu ifade müteakip ayette yinelenerek zorluğun yanı sıra kolaylığın da olacağı mesajı tekit edilmiştir. Bazı müfessirler söz konusu iki ayette “usr” (zorluk) kelimesinin belirli (marife), “yüsr” (kolaylık) kelimesinin belirsiz (nekre) olarak tekrar edilmesine istinaden “tek zorluğa mukabil iki kolaylık” şeklinde bir te’vil üretmişler ve bu te’vili “Arapların dil örfüne göre bir kelime marife olarak tekrar edildiğinde aynı şeye, nekre olarak tekrar edildiğinde iki farklı şeye delalet eder” şeklinde bir lisani kabulle temellendirmişlerdir. İbn Âşûr’un da işaret ettiği gibi bu yorum tartışılabilir; hatta Abdülkâhir el-Cürcânî’nin söylediği gibi bunun mesnetsiz bir yorum olduğu da söylenebilir. Fakat tartışma götürmez bir gerçek var ki hayat macerasında yaşanan zor ve sıkıntılı zamanların ardından mutlaka güzel günlere de kavuşulduğu gerçeğidir.
***
Mümin insan hangi ölçüde mümin olduğuna ilişkin sınavını zor zamanlarda verir ve hayatta yaşanan acılar ve sıkıntılar müminin kıvamını ölçme vesilesidir. Burası en kritik eşiktir; daha açıkçası, zor zamanlarda “Niçin ben?” gibi isyan kokan bir şikâyetle Allah’a serzenişte bulunulduğu takdirde, müminin o vakte kadar taat ve fazilet yolunda sarf ettiği tüm çabalar bir anda hükümsüz hâle gelebilir. Hatta bu noktada “habt-ı amel” (salih amellerin boşa çıkması) da söz konusu olabilir. Bu yüzden, Allah’a imanı/itimadı olan bir insanın hayattaki zorluklar karşısında feryat ve figan havasına girip dert yanmaması gerekir. Kaldı ki Kur’an bize bu dünyada dikensiz gül bahçesi vaat etmenin ötesinde, kâh ölüm korkusu, kâh açlık kaygısı, kâh malın mülkün ziyana uğraması gibi vesilelerle hırpalanmamızın (belâ/ibtilâ) bir bakıma kaçınılmaz olduğunu bildirmekte ve bu çarpıcı bildirim “Sabredenleri müjdele” diye sona ermektedir. Sabır, feleğin cilveleri karşısında teslim bayrağı çekmek yahut hayatın silleleri karşısında yelkenleri suya indirmek değil, canlı kanlı şekilde direnmektir.
Hayatta yaşanan acılar insanın hamlığını alma ve olgunlaşmaya vesile olma gibi çok önemli bir işleve de sahiptir. Hamlıklarımızı törpülemek için Allah’tan bela ve musibet istenmez; fakat yoğun acılı bela ve musibet karşısında sergilenen imanlı sabır (direnç), insanı adamakıllı pişirir. Zor zamanlarda tıpkı Hz. Ya’kûb’un “innemâ eşkû bessî ve hüznî ilallâh” (Ben kederimi ve hüznümü ancak Allah’a arz ederim) ve/veya Hz. Eyyûb’un Enbiya 21/83. ayette geçen duasına atıfla “rabbi innî messeniye’d-durru ve ente erhamü’r-râhimîn” (Rabbim! Bu dert bana ilişti; [senden rahmet/merhamet dilerim; çünkü] merhametlilerin en merhametlisi sensin) diye niyazda bulunmak gerekir. Çünkü sadece acılar değil, tevekkül ve teslimiyetle göğüslenen acılar vesilesiyle Allah’tan medet ve merhamet dilemek de insanı pişirir.
Hayatta canımızı yakan acılar ve sıkıntılar gerçekten kötü müdür yoksa bunlar ilk bakışta kötü görünen ve fakat ilerleyen zamanlarda başımıza gelecek başka belalar ve musibetlere karşı bir nevi kalkan işlevi gören iyi şeyler midir? Fârâbî ve İhvân-ı Safâ gibi İslam filozofları kötülük/şer problemi üzerine kılı kırk yararcasına düşünmüş ve sonuçta âlemde iyiliğin aslî kötülüğün ârızî olduğuna kanaat getirmişlerdir. Tam bu noktada hayat olaylarının gerçek mahiyeti ya da neyin gerçekten iyi neyin kötü olduğu hususaunda insanoğlunun kesin hüküm verme imkânına sahip olmadığını hatırlatmak gerekir. “Savaş sizin için kaçınılmaz kılındı; oysa savaş sizin nazarınızda hiç hoş bir şey değildir” mealindeki ifadelerle başlayan Bakara 2/216. ayette, insanın ilk nazarda iyi, güzel, hayırlı olarak algıladığı bir şeyin kendisi için kötüye müncer olabileceği, keza insanın ilk nazarda kötü olarak algıladığı bir şeyin kendisi için iyilik ve hayırla neticelenebileceği bildirilir ve son olarak bütün boyutlarıyla neyin gerçekten iyi neyin kötü olduğunu insanın değil, Allah’ın bildiği belirtilir. İslam geleneğinde Hızır-Musa kıssası diye bilinen Kur’an kıssası da yine bu hususla ilgilidir. Musa’nın ilk vehlede kötü olarak algılayıp tepki gösterdiği fiillerin iç yüzü (te’vil) Bilge Kul tarafından açıklandığında, zahirde kötü olarak görünen şeylerin hiç de öyle olmadığı gerçeği kendini gösterir. Bilge kulun çocuğu öldürmesiyle ilgili gerekçe hakkında, “Bu gerekçe benim aklıma hiç yatmadı” demek, bir bakıma Hz. Eyyûb’un yeminini bozmamasına ilişkin Kur’an ifadesinden (Sâd 38/44) “hîle-i şeriyye”ye delil devşirebilen zihniyet gibi, kıssanın meta-mesajına karşı körleşip bir ibarenin lafzî delaletiyle cebelleşmek demektir ki bu da ağaca bakarken koskoca ormanı gözden kaybetmek gibi bir hâldir.
***
Hâsıl-ı kelâm, insan fani hayat macerasında sayısız sıkıntı ve zorlukla karşılaşır ve bunlarla adeta çarpışır; ancak her gecenin bir sabahı olduğu gibi sıkıntı ve darlıktan sonra ferahlık da vardır. Kur’an’ın beyanına göre insan daralıp bunaldığı zaman, kulluk bilinci zinde olmak şartıyla Allah o insana mutlaka bir çıkış yolu gösterir. Kendi hayat tecrübeme baktığımda, bundan iki yıl kadar önce böbrek ameliyatı sırasında hastane enfeksiyonu kapmış, aylarca perkütan nefrostomi tüpüyle dolaşmış, keza crohn ameliyatına bağlı olarak defalarca ileus (barsak tıkanması) sıkıntısı yaşamış ve bütün bunlara ilaveten ciddi nankörlüklerle karşılaşmış bir insanım ve Yüce Mevla’ya sonsuz hamd ü senalar olsun ki bütün bunlara rağmen hâlâ ayaktayım. Çünkü “inne mea’l-usri yüsran” fehvasınca onca sıkıntı ve zorluktan sonra, Mevla’nın bize birer armağan gibi gönderdiği kadirşinas güzel insanlar vesilesiyle güneşli günlere kavuşmuş durumdayım. Bu yüzden de Mevla’ya karşı sonsuz şükür makamındayım.