Geçen haftaki yazımız beklenmedik düzeyde yüksek gerilim yarattı. Aslında geçmişi düşünme ve geçmişle didişme psikolojisi beni de hayli yıprattı. Sonuçta olan oldu, yaşanan yaşandı… Şimdi artık önümüze yeni bir hayat sayfası açıldı… Yani demem o ki Almanya’da hayat, artık kafam rahat… Çünkü burada hırgür yok, gürültü patırtı yok… Münster denen bu şehirdeki gündelik hayat, 1990’lı yıllarda Ayşe Tunalı’nın yorumladığı bir şarkıdaki “Saatler mi durmuş yoksa zaman mı?” sözünü hatırlatır tarzda gayet sakin, sessiz ve çok yavaş akan bir hayat… Şehrin cadde ve sokaklarında telaş, panik, koşuşturmacaya dair hemen hiçbir emare yok… Özellikle kovid yüzünden neredeyse tüm kafeler ve restoranlar kapalı; açık olan mekânların kapısında ise “Al götür usulü” anlamında “Abholen” gibi bir şey yazılı… Kısacası, covid sorunu gündelik hayatın tadını tuzunu kaçırmış durumda… İnsanların bir arada bulunmak zorunda kaldığı market ve mabed gibi belli başlı mekânlar hariç, caddede sokakta maske takma zorunluğu yok; fakat oturup çay/kahve içebileceğiniz bir mekân ve ortam da yok…
Sokaktaki insanlar çoğunlukla durgun ve suskun… Gözlemleyebildiğim kadarıyla bu durgunluk hayat memnuniyetsizliğinden öte, ülkedeki genel siyasi ve sosyal havanın çok sakin olmasından kaynaklanan bir durgunluk… “Uyumayan şehir” İstanbul’daki hayat akışıyla kıyaslandığında Münster sanki meskûn değil metrûk mahal gibi… Akşam karanlığı çöker çökmez, tüm caddeler ve sokaklar birdenbire ıpıssız olmuş... Televizyondaki haber bültenine baktığınızda, doğru düzgün haber bile yok; çünkü Almanya’da “action” yok, hele de “sürpriz” denebilecek bir şey, hiç yok… Bu yüzden, gece saat 24:00 ile sabah 08:00 arasında dahi günlerce konuşulup tartışılacak sürpriz gündemler yaratma kabiliyetine sahip bir memleketin evladı olarak burada yaşamak zorunda kalacağım temel sorunlardan birisi, muhtemelen can sıkıntısı olacak…
Almanya’daki siyasal ve sosyal havanın sakinlik ve durgunluğuna karşın meteorolojik hava durumu acayip oynak ve hareketli… Sadece on beş yirmi dakikalık bir zaman diliminde hem pırıl pırıl güneşi hem de kar boran tipiyi görmeniz vakâ yı âdiyeden… Coğrafi yapı, Doğu Karadeniz’de doğmuş büyümüş birisi olarak benim nazarımda biraz sevimsiz; çünkü her yer Konya ovası gibi dümdüz ve engebesiz… Buna mukabil her yer ağaç, her yer yeşil… Hem de şehrin göbeğinde kendinizi Bolu Abant’ta hissedebileceğiniz nitelikte çayır, çimen ve yeşillik… Bu yüzden, diyebilirim ki Almanya müteahhitlik ve betonarme inşaat sektöründe bizden çok geri kalmış bir ülke… Öte yandan, doğal yeşil alanlar ve parklar dâhil, adım attığınız hemen her yer tanımlanmış, imar namına her bir metrekareye mutlaka bir çivi çakılmış; fakat gerek doğal çevreye gerek eski mimariye zerre kadar saygısızlık da yapılmamış… O kadar ki şehrin hemen her yerinde karşınıza çıkan yeşil alanlardaki kıdemli ağaçlar özenle korunmuş ve her bir ağacın özgeçmişine dair detaylı kayıt tutulmuş…
Almanya’nın Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde bulunan Münster dinî ve kültürel miras yönünden oldukça zengin bir şehirdir. Meşhur otuz yıl savaşlarının akabinde imzalanan Vestfalya barış antlaşması (15 Mayıs 1648) aynı zamanda Münster antlaşması diye isimlendirilir. Şehrin görkemli tarihi yapılarından biri olan St. Lambert Kilisesi’nin çan kulesinde hâlen asılı duran üç kafes, 1535’teki Münster İsyanı’na öncülük eden üç “anabaptist”in isyan bastırıldıktan sonra işkenceyle öldürülüp cesetlerinin ibret-i âlem için teşhir edildiği kafesler olarak bilinir. Bu üç kafes, Hıristiyanların kendi engizisyonlarını ifşa ve itirafa yönelik önemli bir sembol olarak da görülebilir.
Münster, sabah kahvaltısından sonra hop diye Hollanda’ya geçip öğle yemeğini müteakiben geri döndüğünüzde henüz akşam olmamış diyebileceğiniz bir konumda bulunmasının yanı sıra hemen her köşesinde karşınıza çıkan irili ufaklı kiliseleri ve bu kiliselerin ilginç mimarileri bakımından da görülmeye değer bir şehirdir. Nitekim Münster isminin “manastır” anlamına geldiği kabul edilir. Şehirdeki tarihi binaların bir kısmı öyle şirin ki adeta Hansel ile Gretel masalındaki şekerden yapılmış kulübe misali, “gelin de yiyin beni” der gibidir. Diğer bir kısmı ise çok soğuk ve ürkütücü, sanki Harry Potter’in büyücü ecdadından miras kalmış gibidir.
Münster şirin ama oldukça pahalı bir şehir; bu yüzden, asıl sakinleri itibariyle mutlu azınlığın yaşadığı bir şehir olarak görülebilir. Bana göre Münster’deki en güzel şey, Giresun Yolağzı ve Abacıbükü ekmeklerini pek aratmayan ciabatta (İtalyan) ve/veya baget (Fransız) ekmeğidir. Şehirdeki yollar ve güzergâhlar büyük ölçüde bisiklete göre planlanmış haldedir. Yaya ve araç trafiğinde bisiklet çoğunlukla imtiyazlı konuma sahiptir. Hatta Münster’de bisiklet teröründen söz etmek bile mümkündür, denebilir. Şehirde Türk nüfus yok denecek kadar az fakat genç öğrenci nüfus hayli fazladır. İsmini Alman İmparatoru II. Wilhelm’den alan Vestfalya Wilhelm Üniversitesi yaklaşık kırk bin civarında öğrencisiyle Almanya’nın en büyük ve en meşhur birkaç üniversitesinden birisi, Münster’in de adeta her şeyidir. Başta Münster Sarayı olmak üzere şehirdeki en görkemli tarihi binalar üniversiteye aittir. Üniversite bünyesindeki Katolik İlahiyat Fakültesi son derece köklü ve güçlü bir alt yapıya sahiptir. Keza Prof. Dr. Mouhanad Khorchide’in başında bulunduğu “Zentrum für İslamische Theologoie bölümü” de Almanya’da hatırı sayılır bir prestije sahiptir.
Uzun lafın kısası, buradaki hayat, “güzel günler göreceğiz güneşli günler” ümidiyle en başta söylediğimiz veçhile gayet sakin ve sessiz, zaman sanki durmuş gibi, ahvâl ve şerâit şimdilik iyi, asayiş de berkemal vaziyettedir. Bundan sonrasını bilemem ama Allah kerimdir.