Yaş kemale erdikçe insan ister istemez hayatı başa sarmak, özellikle de çocukluk çağlarındaki doyumsuz neşe ve mutluluğu yeniden yaşamak ister. Hemen her yetişkin insanda mevcut olduğunu düşündüğüm bu istek ve arzunun önemli bir sebebi, yaş ilerledikçe hayattaki zevkler ve lezzetlerin gitgide azalıp bayatsıdığını fark etmek, hemen her tatta kekremsilik hisseder hâle gelmektir. Bir diğer önemli sebep ise olgunluk çağlarından itibaren hem zamanın eskisinden daha hızlı akıp gittiğini düşünmek hem de her yeni günü bir öncekinin tekrarı gibi vehmetmektir. Aslında bu bir vehim olmaktan çok, olgunluk ve yaşlılık çağlarına özgü bir gerçekliktir. Çünkü olgunluk, hele de yaşlılık çağlarında insanın algı ve idrak kadrajına yeni denebilecek türden şeyler pek girmez. Tabiatıyla her yeni gün bir öncekinin sanki aynısıymış gibi yaşanır ve bu durum zaman akıp gittikçe hayata karşı bıkkınlık duygusunu canlandırır.
***
Ne var ki ölüm modernitenin de etkisiyle çok daha soğuk yüzlü göründüğünden, nice insan hayattan nasibini yeterince almış, hatta yaşamaktan yorulup usanmış olsa dahi, “Artık bu kadarı kâfi; göçüp gitme vakti geldi” demek yerine olanca bezginlik ve bitkinliğine rağmen yine de kenarından köşesinden hayata tutunmaya çalışır. Kimi yaşlı insanların bir ayak çukurda olduğu halde mal mülk, bağ bahçe gibi dünyevi metalar ile tûl-i emellere ram olması herhalde ölümü biraz daha öteleme arzusundandır. Ölümü öteleme arzusu ise uhrevî âlemin bilinmezlerle dolu bir âlem gibi tasavvur edilmesiyle alakalı olmalıdır. Bu noktada, ahiret gününe iman dilde kalan değil de gönülden kopan bir iman olsa, “ölümden köşe bucak kaçılmaz, dünyaya bu kadar ram olunmazdı” demenin yanlış bir tespit sayılmayacağı umulur.
Her neyse, “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” sözünü kimi zaman yürek burkucu bir serzenişe dönüştüren şey nedir, diye sorulsa, benim bu soruya vereceğim cevap, “çocukluk çağına özlem” şeklinde olur. Çünkü çocukluk, tıpkı benim çocukluğum gibi travmatik geçse dahi yine de hayâli cihan değer bir çağdır. Dahası çocukluk, annemizin elinden bir dilim yağlı ekmeği kapar kapmaz sabahtan akşama kadar eve barka adım atmadığımız, hayattan memattan yana hemen hiçbir endişe ve kaygı taşımadığımız, ayrıca hem zamanın nasıl akıp gittiğini anlayamadığımız hem de “Zaman niçin böyle sakız gibi uzuyor da hemencecik büyüyemiyoruz?” diye düşünmekten kendimizi alamadığımız ve fakat her şeye rağmen küçücük mutluluklarla mest olduğumuz çağlardır.
Çocukluk çağlarındaki hayat algısı, “Allah dünyayı sanki çocuklar katıksız mutluluk içinde gülüp oynasın diye yaratmış” gibi çok naif bir düşünceyi akla getirecek kadar saf ve berraktır. Aslında saflık ve berraklık çocukluktaki hayat algısından ziyade, bizatihi çocukluğa özgü masumluktandır. Masumiyet ne kadar fazlaysa mutluluk da o kadar saf ve katıksızdır. Çocukluk çağı sona erdikten sonra masumiyet biteviye azalır ve zaman ilerledikçe insan hayat kavgasında binbir çeşit kire bulaşır. Kimi insan az kimi insan çok bulaşır ama sonuçta herkes bulaşır. Hayat kire bulaştığı, insan insana kir bulaştırdığı nispette hem mutluluk azalır hem de dert ve keder çoğalır. Bu yüzden, benim yetişkinlik ve olgunluk çağlarımla ilgili olarak, “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” denebilecek bir anı/hatıra galerim maalesef yoktur. Hayatımın gençlik sonrasına ait hatıraların hemen hepsi insan kirine bulaşmanın gam yüküyle doludur. Bende epey bir kir/pas bırakan bazı kimseler var ki bunlar can bedenden çıkıncaya değin nefretle anılıp kendilerine taalluk eden hak-hukukun asla helal edilmemesi lazım gelen insanlar sınıfına mensuptur. Hâl böyleyken, “ve-lemen sabera ve ğafera” (Şûrâ 42/43) fehvasınca sabretmek ve affetmek esas olmalıdır. Fakat bunu başarabilmek, yani sinede biriken nefreti sabırla bastırıp diri bir vicdanla affedici olabilmek hakikaten çok zordur.
***
Kuşkusuz ben de bazı insanlara kir bulaştırmışımdır. Bu yüzden, Hz. Yûsuf’un dediği gibi, kendi nefsimi temize çıkarmıyorum. Fakat şundan kesinlikle eminim ki geçmişte az çok hukukum bulunan insanlarda benim bıraktığım kir, onların bende bıraktığı kirden çok daha azdır. Çünkü ben fıtrat olarak fazlaca duygusal ve saf bir insanımdır; muhasebecilikten pek anlamadığım için koltuk değneği veya yürüyen merdiven işlevi görecek şekilde kullanılmaya müsait bir tarafım da vardır. Hâsıl-ı kelam, elli küsur yıllık hayat maceramda birçok vefasız ve hayırsıza ait olanca kirin üstüme başıma bulaştığına defalarca şahit olmuş ve bunun acısını derinden yaşamışımdır. “Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” sözü sırf çocukluk çağı için geçerlidir, deyişim işte bundandır. Çünkü yetişkin insan oldukça kirli bir varlıktır. Bu sebeple, mümkün mertebe kire bulaşmamış bir insan olmak ve temiz kalmaya çalışmak azmine sahip herkes çocukluk çağındaki saflığını aramaktan ve ne kadar çok gadre, nankörlüğe uğramış olursa olsun bu saflığın peşinde koşmaktan asla vazgeçmemek zorundadır. En azından “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” sözünün başka insanlarla yaşadıklarımızda değil de sırf kendi iç dünyamızda az çok karşılık bulması için çocukluk çağındaki saflığa özlem duymak ve onu yeniden yakalamaya çalışmak lazımdır.