Güncel siyasi tartışma platformlarında kimi zaman Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi sahâbîlere atfen iki çarpıcı söz zikredilir. Bunlardan biri, “Devletin dini adalet, dinin devleti hürriyettir”, diğeri “Adalet mülkün temelidir” şeklindedir. Bu sözler sübut (senet, isnat) açısından belirsiz olmakla birlikte mana ve mesaj yönüyle muhkem ayet gibidir. İslamcılıkla hemhal olduğumuz seksenli yıllardan bu yana bilfiil yaşadığımız sosyal ve siyasal tecrübeler şeksiz şüphesiz biçimde gösterdi ki gerçekten de “adalet mülkün temelidir” ve gerçekten de “devletin dini adalettir”. Binaenaleyh ne laiklik, cumhuriyet, demokrasi ve de monarşi, oligarşi veya meşrutiyet, mülkün (devlet ve düzen) temelini oluşturan adalet ilkesinden bağımız olarak kayda değer bir anlam taşıyan kavramlar değildir. Başka bir deyişle, adalet söz konusu olmadığında devlet düzeni ister laiklik ve demokrasiye ister monarşi veya oligarşiye dayansın, pek fazla bir anlam ifade etmemektedir.
Adalet, efradını cami ağyarını mani şekilde tanımlanması zor bir kavram olmakla birlikte insanlığın maşeri vicdanında fıtrî olarak kendiliğinden tanımlanmış halde bulunduğundan olsa gerek Kur’an dahi “adalet”in tanımına dair herhangi bir beyan içermez. Buna mukabil birçok ayette adalet ve hakkaniyetten şaşılmaması ve ne pahasına olursa olsun adaletin hâkim kılınması gerektiği vurgulanır. Ferdî ve içtimaî yapıda dirlik ve düzenliğin yanı sıra hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâkî erdem diye tanımlanması mümkün olan adaletin zıddı zulümdür. Arapça sözlüklerde “bir şeyi ona ait olmayan yere koymak” diye açıklanan zulüm (zulm) dinî, ahlâkî ve hukukî bir terim olarak “sınırları aşma, haktan bâtıla sapma, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokma, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunma”, özellikle de “güç ve otorite sahiplerinin sergilediği haksız ve adaletsiz uygulama” gibi anlamlarda kullanılır.
Devlet ve siyaset üzerine dair birçok eser kaleme alan ve el-Ahkamu’s-Sultâniyye adlı meşhur eserinde “toplumsal yapı açısından en temel ilke kamu düzeni, devlet idaresi açısından da yönetimde adalettir. Sosyal sorunlar ve sıkıntıları baskıyla önlemeye kalkışmak aldatıcı bir çözüm formülüdür” diyen Mâverdî’ye göre kendi halkına zulmeden devlet onun güvenini, dolayısıyla kendi meşruiyet zeminini kaybedeceğinden yıkıcı bir güç haline gelir. Bunun içindir ki “Mülk (devlet) küfürle ayakta durur ama zulümle durmaz” (el-mülkü yebkâ ale’l-küfri velâ yebkâ ale’z-zulm), “Allah kâfir olsa bile adaletli bir devlet düzenini ayakta tutar ve fakat müslüman olsa dahi zalim devlet düzenini payidar kılmaz” “Dünya düzeni adalet ve küfür üzere devam eder; fakat zulüm ve İslam üzere devam edemez” denilir.
Bu çarpıcı vecizeler de Hz. Ali ve/veya Hz. Ömer’e izafe edilen “Devletin dini adalet, dinin devleti de hürriyettir” sözünün ne kadar isabetli olduğunu teyit eder niteliktedir. Bu söz sanki Mu’tezilî gelenekten sadır olmuş gibidir. Çünkü Mu’tezilî gelenekte adalet ilkesi devlet bir yana Allah için bile zaruridir (vücub alellah). Daha açıkçası, Mu’tezile Allah’ın insanlarla ilişkisinde adalet ve hakkaniyet ilkelerine uymasını “aslah” fikri çerçevesinde O’nun için zorunlu (vacip) bir vazife olarak telakki etmiştir. “Dinin devletinin hürriyet/özgürlük” olması meselesine gelince, Kur’an’ın beyanları uyarınca din (İslam ve müslümanlık) Allah’a mutlak teslimiyeti gerektirdiğinden, dolayısıyla Allah “rab” (efendi), insan “abd” (kul, köle) olarak tarif edildiğinden, bu bağlamda dinin devletinin özgürlüğe karşılık geldiğini söylemek pek mümkün değildir. Ancak dinin insanlar tarafından anlaşılması ve uygulanması zemininde durum değişir. Daha açıkçası, gerçek hayat düzleminde belli bir dinî görüş ve yorumun mutlak ve yegâne hakikat gibi algılanıp başka görüş ve yorumların din dışılık veya sapkınlıkla yargılanmaması, bilakis dinî alanda farklı görüş ve yorumlara hayat hakkı tanınması söz konusu olduğunda “dinin devleti özgürlüktür” denebilir ve din ancak böyle bir özgürlük vasatında insanlara huzur temin edebilir. Aksi takdirde dinin korkunç bir baskı aracına dönüşmesi işte bile değildir. Nitekim sözde din adına insanlığın ne kadar korkunç zulümler ve kıyımlara maruz kaldığına tarih şahittir.
Bütün bu mülahazalardan sonra “Devletin dini adalettir” sözünün hal-i hazırda yaşadığımız gerçek hayat alanında da dört gözle gerçekleşmesini ümit ettiğimiz bir büyük hayal ve ideale karşılık geldiğini söylemek gerekir. Özellikle Fethullahçı terör örgütünün yargı kurumlarında yarattığı korkunç yıkımlar ve buna bağlı olarak hukuk alanında kendini gösteren “çivisi çıkmış” uygulamalar dikkate alındığında “Devletin dini adalettir” ilkesinin ne kadar büyük bir ideale işaret ettiği kuşkusuz daha iyi anlaşılır. Tam bu noktada Adalet Bakanı Sayın Abdülhamit Gül’ün birkaç gün önce düzenlenen “Ceza Hukukunda Alternatif Çözüm Yolları Sempozyumu”ndaki açılış konuşmasında yer alan şu ifadeleri, “Devletin dini adalettir” ilkesinin bir an önce devlet katında hayata geçirilmesine yönelik ümit ve beklentilerimizi yeşertecek tarzdadır:
“Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Bizim yargıçlardan, yargı mensuplarından beklediğimiz budur. ‘Şu ne der bu ne der, adliyeye gelen insan şöyle telkinde bulundu, şu nasıl bakar, nasıl değerlendirir, bu konjonktüre uygun mu… Yargı konjonktüre bakmaz, yargı hatıra bakmaz, yargı birilerinin dediğine bakmaz. Yargı dosyaya, vicdanına, hukuka Anayasa’ya bakar. Bizim beklentimiz budur. O yüzden adalet yerini bulsun ne olursa olsun yargı mensuplarının yanında HSK vardır, bu millet vardır. Hiç kimsenin tavsiyesine, talimatına, telkinine bakarak değil, dosyaya bakarak vicdanınıza göre karar verin ve seksen üç milyon insan huzur içerisinde geleceğe daha güvenle baksın. Bu konuda bütün hâkim ve savcıların, adalet sisteminin yanında güçlü şekilde durmaya devam edeceğiz.”
Sonuç olarak, Kur’an’da buyrulur ki “Ey Müminler! Kendinizin, ana-babanızın veya akrabanızın aleyhine de olsa, tüm gücünüz ve samimiyetinizle adalet ve hakkaniyetten yana olun; Allah için doğru şahitlik yapın. Şahitlik hususunda insanların zengin veya fakir olmasını dikkate alarak adalet ve hakkaniyetten sapmayın” (Nisâ 4/135).