Öncelikle başlıktaki ifadenin, sivri dili ve iğneleyici üslubuyla tanınan şairimiz Orhan Şaik Gökyay’ın bir kitabına göndermede bulunduğunu ve bizi takip eden birçok insanın rahatsız olacağını bilmeme rağmen bugün bu yazıda Gökyay’ın üslubuna benzer bir üslup kullanmak durumunda olduğumu peşinen arz edeyim. Geçen hafta bu köşede yayımlanan “Mâtüridîlik Meselesi” başlıklı yazımı şu mealdeki ifadelerle noktalamıştım: Dinî alandaki çok boyutlu sorunlarımız muayyen bir itikâdî/fıkhî mezhep şablonunu bugüne taşımak veya belli bir mezhep formasyonunu esas almakla çözülmez. Eğer böyle bir hazır çözüm formülü olsaydı, Hanefî-Taliban gibi melez kimlikler ve mensubiyetler ortaya çıkmazdı. Bu bakımdan biz dinî ve fikrî düzlemde de özgürlük alanını genişletmek, demokratik kültürü özümsemek zorundayız.
***
Fatma Barbarosoğlu’nun isabetli tespitiyle, “okuduğunu anlamayan, anlamadığı metin üzerinden yazarına hakaret edenlerin sayısı gittikçe artıyor. Mesele ahlaki mi yoksa mental mi? Korkarım her ikisi de… Algı düzeyi düşük, anladığını genellikle yanlış anlayan insanlar daha saldırgan oluyor… “Mâtüridîlik Meselesi” başlıklı yazım bu tespiti maalesef teyit etti. Yazıda geçen “çoğulculuk” ve “demokratik kültür” gibi kavramlar her nedense kimi çevreleri çok rahatsız etti. Bazıları adeta kırmızı şal görmüş boğa gibi saldırıya geçti; bazıları şehirlerarası yolcu otobüslerinin mola mekânlarındaki wc kapılarına yazılan küfür mottolarını anımsatan yorumlarla meseleye iştirak etti; bazıları da “demokratik kültür prostata da iyi gelir mi?” gibi ifadelerle zevzekliğini ifşa etti; ama bu “bazıları”nın pek çoğu gerçek kimliklerini izhar edemedi.
İnternet ortamı ve sosyal medya mecraları destursuz şekilde bağa girmeyi, yani perde arkasından tahkir, tezyif etmeyi çok cazip hale getirdi. Ne var ki aynı ortam ve imkân, toplumsal bünyede giderek yaygınlaşan fodulluk, nobranlık, ayarsızlık, şımarıklık, laubalilik, lafazanlık, saldırganlık gibi bir dizi ahlaki arızamızı da gözler önüne serdi. Belki de kalite düzeyimiz eskiden beri böyleydi ama geçmiş yıllarda iletişim teknolojilerinden yoksunluğumuz bugün ortalığa saçılan olanca çirkefliğimizin fark edilmesini engelliyordu. Yani kolay iletişim ve erişimle ilgili imkânsızlıklar bizim pek muhterem insanlar gibi algılanmamızı sağlıyordu. Ama artık internet neredeyse hepimizi sobeleyip gerçek yüzümüzü ortaya çıkardı.
Her neyse, çirkeflik bahsini şimdilik kapatmak ve “Çoğulculuk, özgürlük ve demokratik kültür gibi kavramların Mâtüridîlikle ilgili bir yazıda ne işi var? Yetti be!” diyerek feveran eden muhteremlerin bu denli köpürmesi münasebetiyle özgürlük, çoğulculuk gibi kavramlar hakkında birkaç şey söylemek lazım gelir. Bu meyanda ilkin söz konusu kavramlardaki semantik örgünün devlet ve siyasi düzen meselesine indirgenemeyeceğini belirtmek gerekir. Özgürlük, çoğulculuk gibi kavramlar dinî alandaki tartışmalar için de bahis konusu edilebilir. Kaldı ki bir mezhep veya bir dinî ekol teorik düzeyde ne kadar özgürlükçü bir yapıya sahip olursa olsun, tatbik alanında pekâlâ totaliter bir karaktere büründürülebilir.
Bunun tarihteki en çarpıcı örneklerinden biri, Bağdat Mu’tezilesi ve Mihne hadisesidir. Bu hadise ister toplumdaki bölünme tehlikesine karşı ön alma, ister Ehli- hadis ve muhafazakâr ulemanın halk üzerindeki nüfuzunu kırma, ister daha başka bir sebeple olsun, sonuçta özgürlükçü söylemleriyle tanınan Mu’tezile ekolü devlet desteğini arkasına alarak “Kur’an mahlûk mu değil mi?” şeklindeki tuhaf ve tuzak bir soruyla Ahmed b. Hanbel gibi âlimleri sorguya çekip eziyet etmiştir. Halku’l-Kur’an tartışması ilerleyen zamanlarda kelâmî-felsefî karaktere büründürülmüş, fakat tartışmanın Mihne dönemindeki entelektüel seviyesi 1980’li yılların Türkiye’sindeki “siyasi şube” sorgulamalarından öteye gitmemiştir.
***
Dinî alandaki en temel ihtiyaç, farklı görüş ve yorumların rahatça dillendirilip sapkınlık, ilhad gibi etiketlerle etiketlenmediği çoğulcu ve özgürlükçü bir sosyolojik vasata duyulan ihtiyaçtır. Çünkü böyle bir vasatta marjinal görüşler de dillendirilebilir ve kendini ifade imkanı bulabilir. Bunun için öncelikle tek hakikatçi dil ve üslubu terk etmek, yani İbn Âbidîn’in vecize gibi ifadesiyle, “Bizim görüşümüz yanlış olması muhtemel doğrudur; muhalifimizin görüşü ise doğru olması muhtemel yanlıştır” (İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Riyad 2003, I. 139) demeyi bilmek gerekir. Tam bu noktada, tüm şer’î hükümlerin kesin delillere dayanmadığı, bir kısmının zanna tabi kılındığı yönündeki görüşün klasik dönem usul ulemasının büyük çoğunluğunca benimsendiğini, “Musavvibe”yi temsil eden birçok usul âliminin, “Re’y ve ictihada konu olan hususlarda Allah katında muayyen bir doğru yoktur. Doğru, müctehidin ulaştığı kanaatten ibarettir” şeklindeki görüşü açıkça dillendirdiğini, hatta İmam Gazâlî’nin, “Her müctehid isabet etmiştir” dediğini de hatırlatmak gerekir. Yeri gelmişken, Gazâlî’nin “İslam’da Müsamaha” adıyla Türkçeye de çevrilen Faysalü’t-Tefrika adlı eseri şiddetle tavsiye edilir.
İtikâdî konularda birbirinden farklı metotlar ve anlayışlara sahip olan Selefiyye, Ehl-i Sünnet ve Felâsife gibi muhtelif ekoller ve grupların mutaassıp temsilcileri arasında ayarsız ve acımasız şekilde süregiden tekfircilik Gazâlî’yi çok rahatsız etmiş ve bu durum Faysalu’t-Tefrika adlı eseri kaleme almasına sebebiyet vermiştir. Dinî alandaki tartışmaların mahiyetine ilişkin geniş bir ufuk ve perspektif sunan bu eser okunduğu takdirde hem özgürlük, çoğulculuk gibi kavramların din-diyanet konularıyla alakası, hem de “demokratik kültür”ün dinî alandaki tartışmaların seviyesine ne tür katkılarda bulunacağı az çok anlaşılabilir; hatta demokratik kültürün “hazımsızlık” ya da “farklı görüş dispepsisi” gibi rahatsızlıklara çok iyi geldiği bizzat tecrübe edilebilir.